18 Ekim 2018 Perşembe

George Saunders - Arafta

Çadırın ipeği kutsal bir ışıkla parlıyor, idea ipeği, gizlediği alanda geçişin son aşaması için birtakım ölçüm işlemleri yapılıyor. İsa-prens bizzat gözlemliyor, kalbi tartılacakların başında Osiris misali bekliyor, ki İsa'yla Osiris arasındaki benzerlikleri inceleyen müstakil bir eser mutlaka vardır, neyse, tek bir soru. "Nasıl yaşadın?" Bu, cevabı soranlar tarafından bilinen bir soru, önemli olan muhatabın kendiyle ilgili bir sorunun cevabını bilip bilmediği. Kitabın son bölümünde Saunders'la yapılmış bir röportaj var, Saunders orada İsa'nın bir sözünden etkilenip bu dürüstlük meselesini değerlendirdiğini söylüyor. İçimizdekini açığa vurunca kurtuluruz, açığa vurmadığımız müddetçe onun verdiği acıya mahkum olacağız, kısacası insan kendi cehennemini kendi yaratacak. Bir cevabında da Tibet metinlerinde insanın ölümden sonrasıyla ilgili ne düşünüyorsa onunla karşılaşacağına dair yazılanları irdeliyor Saunders, uzun süredir düşündüğüm ve biraz olsun inandığım bir şeydi bu, dengini bulmak güzel oldu. İyice dağıldı mevzu, soruya dürüstçe cevap verenler için ışıktan kapılar açılıyor ve Krallık'a bir yol açılıyor, kendini kurtaran ruhlar yolculuklarını mutlulukla tamamlıyorlar. Dürüst olmayanlar ipek çadırın bir anda insan etine dönüştüğünü, İsa-prens'in biçim değiştirerek Şeytan'a benzediğini görüyorlar ve acı çekecekleri mekâna doğru sürükleniyorlar, korkuları tarafından. "Dürüstçe söyle!" sözü yankılanıyor, Rahip Everly Thomas nefret ettiği dayısının sesiyle söylenmiş bu sözü işitir işitmez, kalbi tartılırken İsa-prens'in ve yardımcılarının aşırı karamsar tepkilerini görünce dönüp kaçıyor, kimse onu kovalamıyor. Herhangi bir kötülük yapmadığını söylüyor önce, Tanrı'nın Kelâmı'nı yaydığını, hayırsever biri olduğunu söylüyor ama kendinden emin değil, ara sıra şüpheye düştüğünü itiraf ediyor, lanetlendiğini düşünüyor. Gerçeği söyleyememek gibi bir laneti var, uzun süredir birlikte yaşadığı arkadaşlarına öldüklerini, arada bir yerde kaldıklarını söylemek istiyor ama emredildiği gibi sessiz kalıyor, gerçeği bir tek kendisi biliyor. Aslında öldükten sonra, bilinmeyen bir diyarda bile Tanrı'nın buyruklarını yerine getirmeye devam ediyor, insanların/ruhların düşüncelerini toparlamalarına yardımcı oluyor, çizgiyi aşmadan. Çoktan gidebilirdi, bir süre sonra gitmek zorunda ama görevinin onu orada tuttuğunu düşünüyor, en azından gidişini böylece geciktiriyor, kendisiyle yüzleşmeye henüz hazır değil.

Hayaletlerin başka bir düzlemde var olan bilinç kalıntıları olduklarını düşünüyorum. Hayaletler var. Bana göre Uçan Spagetti Canavarı da var. Evimdeki eşyaların ben yokken etrafı panayır yerine çevirip ben anahtarı kilide soktuğum an yerlerine döndüklerine inanıyorum, hatta şu anda tam arkamda bir boşluk var, kapkara, bakış açımın dışındaki her şey bir kuantum çorbası içinde yüzüyor. Biçimlenmeyi bekliyor, özneliğimi bu karmaşanın orta yerine, biçimlenmeyi bekleyenin önüne koyuyorum. Çorbanın süreğenliğinde varım, bilincimce en iyi eseriyim, en azından ağzımla gözümün yerini tutturabildiği için minnettarım. Burnum biraz daha küçük olabilirmiş, dişlerim de daha biçimli olsaymış ama onun da elinden gelen bu. Sonuçta hayaletler de buradan doğduğuna göre hiç olmayacak bir şey yapıp çorbanın -varsa- niyetini sorgulamadan hayaletlerinkini sorguluyorum, bunu Saunders'tan yola çıkarak yapıyorum. Harry Potter da sorguluyordu bir yerde, yarım kalmış işleri olduğu söyleniyordu. Gitmemeyi tercih ediyorlar, sorgulama bölümünde başlarına gelebilecekleri gördükleri zaman korkuyorlar, ne yaşadıklarından emin olmadıkları, ıstırap diyarında cinsel organından alevler saçan bir boğa-iblis tarafından fiili livataya maruz kalmak istemedikleri için -ekstrem bir örnek, hedefine ulaşıyor-  ortada bir yerde kalıyorlar, defnedildikleri yerde, mezarlığın göbeğinde dolanıp duruyorlar. Kendi jargonlarını geliştirmişler, anlatıcı sözcüklerin anlamlarını açıklamıyor, yeri geldiği zaman söz gelişi bir diyalogdan çıkarıyoruz ki "maddeışıkçiçeklenme" denen nane, gitmeye karar veren hayaletlerin artlarında bir parıltı bırakarak çadıra yönelmeleri/ışınlanmaları anlamına geliyor, tabut için "uyku-kutusu" gibi bir kavramları var, metinde bulamadığım için salladım şu an. "Hasta-kutusu"ymuş, buldum şimdi. Neyse, öldüklerini hatırlamamak için üfürülmüş sözcükler kullanıyorlar, söz birliği etmişçesine. Bir tek rahip biliyor neler döndüğünü, belki de bu yüzden en çok karşılaştığımız üç hayaletten biri kendisi. Diğerleri Hans Vollman ve Roger Bevins III. Bu üçünün dışında pek çok hayalet var, anlatının geçtiği zaman 1862, Abraham Lincoln'ın oğlu Willie'nin öldüğü sıralar. İç Savaş'ta mevta olmuş askerler, siyahiler, cinayet kurbanları, her kesimden insan var mezarlıkta, çoğunun hikâyelerini öğreniyoruz, alt katmanları oluşturuyor bu hikâyeler. Asıl mesele, Willie'nin ölümü ve Abe Lincoln'ın ölümle yüzleşmesi. Saunders, röportajda fikrin aklına nasıl geldiğini ve gerçeklik yanılsamasını bozmamak için kurmacaya ne gibi somutlaştırıcı etkenler kattığını anlatıyor.

İlginç bir teknik kullanmış Saunders, Willie'nin öldüğü gecenin ve sonrasının tanıklıklarını derlemiş, farklı kaynakları kullanarak olayları kronolojik olarak sıralamış. Bakış açıları değişince güzel bir karma-gerçeklik çıkmış ortaya; Abe'in gözlerinin gri, mavi-gri, gri-mavi ve mavi olduğu söyleniyor, hepsini denklemek bir sonuç çıkarmaya yetiyor. Saunders, bu iş için günlerini harcayıp sayısız kaynağı incelemiş, "romancı" kavramını "küratör"ü de içerecek şekilde genişletmiş, mevzu bahis pastiche aslında. Bu bölümler metnin büyük bir kısmını oluşturmasa da genişçe bir yer kaplıyor. Hayaletlerin yaşamlarının olduğu bölümlerde yine değişik bir iş var; diyaloglar ve monologlar halinde kurulan bir anlatı var, hayaletlerin sözlerinin altında isimleri yazıyor. Tiyatro metnine benzer bir metin, isimlerin altta olması dışında.

Abe'in kaybı. Tanıklara bakarsak Willie'nin hastalanıp öldüğü gece evde bir toplantı yapılmış, herkes eğlenirken hayatını kaybetmiş çocuk. Abe'in ve eşinin çocuklarını tamamen özgür bıraktıklarından bahsediyor insanlar, aşırı bir özgürlükmüş bu o zaman için, aslında bugün için de. Willie'nin ölümünün Abe'in suçu olduğu söyleniyor, adam da belki biraz böyle düşündüğü için, oğlunu çok sevdiği ve ölümünü bir türlü kabullenemediği için çocuğun mezarına gidiyor, düşüncelere dalarak bekliyor. Çocuğun hayaleti bir süredir orada, monologlarında babasına duyduğu özlemi dile getiriyor, hayaletler babayı mezarlıkta tutmaya çalışıyorlar, çocuğun orada olması bir hata, ilahi kurallar motamot uygulanmamalı, çocuğun günahı yok, zihinsel melekeleri yeterince gelişmediği için gitmekle kalmak arasında bir karar veremiyor, konseptten haberi yok çünkü. Herkes olanları izliyor, adamın bedeninin bulunduğu alana girip hep beraber düşünüyorlar, adam gitmemeli, çocuğun yanında kalmalı, herkes kendi tanıklığını anlatıyor, herkes susuyor, babayla oğulun derinleşmek için geç kalmış ilişkisini sessizlik içinde izliyorlar. Kayıpla yüzleşme gücüne aynı anda kavuşuyorlar; Abe oğlunun öldüğünü kabulleniyor ve oğlunun bedeni başında konuşurken ölümden bahsediyor, oğlanın zihinsel engeli ortadan kalkıyor ve öldüğünü öğreniyor. Aydınlanma anı, herkes için. Herkes uykusundan uyanıyor, hayaletler birer birer gitmeye başlıyorlar, kalanların bir bölümü gitmeleri için kendilerine işkence yapmaya gelen varlıklardan kaçmaktan bıktıkları için gitmeye başlıyorlar, çok çok azı kalıyor. Sonuçta esas karakterler nihayetinde yolculuklarına çıkıyorlar, tekamüllerini tamamlamak için.

Ölüm sebepleri geride bırakmak istemediklerinden doğuyor bir anlamda; gay bir hayaletin toplumsal baskı yüzünden çektiği acıyla sevdiği adamı bir başkasıyla görmesinin acısı birleşiyor ve adam bileklerini kesiyor. Bir başkası yaşlılıktan, biraz da genç eşine duyduğu aşkın kalbini zorlaması yüzünden ölüyor ve kadını bir türlü bırakamadığı için gidemiyor, kadın hayatının aşkıyla karşılaşıp gerçekten mutlu olana kadar. Her yaştan hayalet var, maddeışıkçiçeklenme sırasında -muhtemelen travmalarını yaşadıkları sıradaki görünümleri- yaşamlarının çeşitli dönemlerindeki formlarını sergileyip öyle gidiyorlar. Konuşmaları bu çeşitlemeye uygun, Willie küçük bir çocuk için düşük cümleler kuruyor, sözcükleri doğru ayırmıyor, nokta ya kullanmıyor ya da çok az kullanıyor. Tecavüze uğrayıp öldürülen bir kadının sözcükleri yaşadığı korkunç olay yüzünden çarpık, bazen anlamsız. Detaylar ilgi çekici, Saunders şahane bir dünya kurmuş. Bir hayaletin yanında kendisine benzer bir başka hayalet var ve bu ikincisi, birincisine zihinsel olarak bağlı, hayaletin bir bedene sahip olduğu zamanlarda şizofren olabileceğini düşündürüyor bu durum.

Sayısız hüzünler metni bu, kaybetmekle ve kabullenmekle ilgili. Daha çok kabullenmenin acısıyla ilgili. "Ah, çok hoştu, dedi hüzünle. Orada olmak çok hoştu. Ama geri dönemeyiz. Eskiden olduğumuz halimize. Tek yapabileceğimiz, yapmamız gereken şey." (s. 382)

Kitabı nasıl edindiğimi anlatmazsam ayıp etmiş olurum, anlatacağım. Yazın Twitter'dan bir mesaj geldi, "Bir arkadaş grubumuz var, kitabınla ilgili seninle bir oturup konuşalım" diye. Geçen ay buluştuk, Ömer Arslan'la da tanıştım o vesileyle. İletişim basmış öykülerini, edinip bakacağım ona da. Neyse, mesajı atan Özcan Abi'nin sohbeti iyi, saatler geçmiş öyle. Kalkmaya yakın çantasından iki kitap çıkardı Özcan Abi, "Ben hediye vermeyi severim, al, hediye," dedi. Teşekkür ettim, aldım, yoksa okuyacağım yoktu. Çok sağ olsun. Durmayan elimle, kolumla cümle kurma çabalarımı da mazur görsün, bende arası yok. Ya susup dinliyorum ya da heyecanlı heyecanlı anlatmaya çalışıp kepaze oluyorum. Bir örneği aşağıda mevcut. "Kesinlikle," dediğim her sefer için bir tane aşkedebilirsiniz.

Öyle işte. Metin iyi. Çok iyi. Tez okuna.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder