Cennete Bir Koşu, Milenyum İnsanları gibi anlatılarda da görülebilir, Ballard'ın evreninde Akdeniz'e kıyısı olan bölgeler her türlü kaosa açık. Lefebvre'in görüsünün distopik alternatifleri oluşmuş gibi; seks, doğa, insan, tüketilecek her şey için Akdeniz'den daha iyi bir alternatif yok. İnsanlar deniz kıyılarında kimliklerinden geçici olarak kurtuluyorlar, böyle bir sanı var, meta haline gelen her şey bir temiz yenilip yutuluyor ziyadesiyle, sonrasında harcanan parayı yerine koymak için tekrar şehre dönülüyor, çalışılıyor, sonra tekrar. Ballard'ın bu döngüyü anlattığı metinleri ayrı, Akdeniz evreni ayrı değerlendirilmeli. Şehirde çıkan isyanlar, hatta bir binada çıkan isyanlar, coğrafi yayılım göstermiş karmaşanın mikro örnekleri olarak görülebilir. Ballard'ın türe kattığı bir şey; güncelden pek uzaklaşmadan, uç teknolojiyi kullanmadan, tamamen insanın sıyırma sınırlarına dayalı bir kurgu yaratması. "Zaman ve mekandan ne kadar uzaklaşmış olursa olsun bilim-kurgunun hemen tamamının aslında bugüne dair olması, tuhaf bir paradokstur." (s. 9) "Geleceğin gerçekte nasıl olacağına dair bir tahmin" olarak Al Kumsallar'da geçen öykülerin 1960'larda düşünüldükleri, yazıldıkları göz önüne alınırsa düşünülen geleceğin henüz gelmediği, buna rağmen insanların karakterlerle aynı delilik seviyesine ulaştıkları düşünülebilir. Ballard'ın öykülerle ilgili düşündüğü, bu son alıntı: "Al Kumsallar; düş, yanılsama, korku ve fantezilerden de payını fazlasıyla almış durumda, ama tüm bunların çerçevesi daha az sınırlayıcı. Onun; parlak, korkutucu ve tuhafın savsaklanagelmiş etkisini kutladığını düşünmekten hoşlanıyorum." (s. 9)
Öykülere baktığımızda teknolojinin merkeze alındığı bir anlatıyla karşılaşıyoruz. Diyelim ki "Çukamoli Ekranı" diye bir alet icat edilmiş, bu alet sayesinde kişinin mutsuzluğunun kaynakları pırıl pırıl izlenebiliyor. Mutsuzlukların izlenmesinin olumlu bir yanı vardır elbet, bizi ilgilendiren olumsuz yanı. Tabii böyle üfürükten nesnelerle çıkmıyor okurun karşısına Ballard, daha sofistike, daha teknolojik ve kaotik nesneler, eylemler, zamazingolar etrafında örülmüş anlatılar var. Kolu veya bacağı sakatlanmış insanlar, bir Ballard klasiği olarak yine oralarda bir yerlerde dolanıyor, karşımıza ara ara çıkabilirler. Başkaca, insanın doyumsuzluğu dipsiz bir kuyu.
Mercan D'nin Bulut-Heykeltıraşları adlı öykü, tutkunun yok ediciliğine dairdir. Lagoon West'e giden otobanın kenarındaki mercan kulelerinin civarında bulut-heykeltıraşları, günümüzün grafiti sanatçılarının evrileceği yön hakkında hoş bir yorumdur. Bu arkadaşlar kimyasal gereçler yardımıyla, bir de planör yardımıyla tabii, rüzgarda salınarak bulutları oyarlar, yontarlar, müthiş figürler yaratırlar. Dördü bir takım oluşturur, doğum günü partisi veren zengin bir kadının daveti akıllarını kaybettirir, kadının etrafında pervane olurlar, gizemli kovalamacalarla anlarız bunu. İçlerinden biri parti sırasında koca bir hortumu yönetmeye başlar ve arkadaşlarından birini bu hortum vasıtasıyla öldürür, ortadan kaybolur. İki mesele var; bir bulutu yontmak için güvenilir arkadaşlara ihtiyaç vardır ve bir kadın için arkadaşını öldüren adam müthiş heykeller yapabilir.
Prima Belladonna adlı öyküde doğanın nitelik olarak bambaşka noktalarda yer alan iki yaratısının yapay yollarla yaklaştırıldıkları zaman birbirlerine meydan okuyacakları görüsü işlenir. Jane Ciracylides sıkı bir ses sanatçısıdır, koro-çiçeklerin şahını görür görmez çiçeği akort etmeye çalışır ama çiçek direnir, kendi kafasına göre ses çıkarmaya devam eder. Böcek gözlerine sahip olan kadın çiçeğe meydan okur, neredeyse dükkanı yıkacak sonik bir mücadeleye girişir. Çiçek ertesi gün ölür, kadın ortadan kaybolur.
Perde Oyunu öyküsünün olayı, akıl sağlığını korumak için nereye kadar gidilebileceğinin sorgulanmasıdır. Mekanı yapay yollardan tümden değiştirerek akli dengesi bozuk birini iyileştirebilmenin denenmesi, ne pahasına olursa olsun. Bir filmle ilgili dönen muhabbette öykünün temeli de kurulmuş oluyor: "Tüm ilişkilerde var olan ve ilişkiyi sürdürmeye yarayan sanrıları ve kendimizi diğerlerinden gizlemek için isteyerek kabul ettiğimiz engelleri sorguluyor. Soru şu: Ne kadar gerçeğe dayanabiliriz?" (s. 65) Gerçeğe hiçbir zaman ulaşamayacağız, her zaman kurgusal bir parça olacak, belki de bilinç, savunma mekanizması olarak soyut düşünce yeteneğini kullanarak ham gerçekliği bir parça olsun kuruyordur. Ben şahsen kendisine minnettarım, bilincimin ellerinden öperim.
Venüs Gülümsüyor'da bir sanatçının bütün dünyaya şarkı söyleterek intikam alması anlatılır. Sonik heykellerin sanatın bir parçası olarak kabul edilmesinden sonra müzayedeler, sergiler bu heykeller üzerinden yürür. Mahler, Stravinsky ve diğerleri, eserlerinin metal alaşımlardan ve nanoteknoloji ürünü yapılardan geldiğini duysalardı çok şaşırırlardı. Sonuçta böyle bir sanat dalı doğuyor, sanatçılardan birinin eserinin sergilenmesi konusunda haksızlık yapılıyordu galiba, hatırlamıyorum, sanatçı da yaptığı bir heykeli kendi kendine büyür hale getiriyor. Yapıtın insanların kulaklarını patlatmasına yakın, macerayı seven arkadaşlar mevzuyu bitiriyor, heykeli parçalarına ayırıp geri dönüşüme yolluyor. Sanatçı dava açıp tazminat alıyor, üstelik metal parçaların eritilip tekrar biçimlendirilerek dünyanın dört bir yanına dağıtıldıktan sonra şarkı söylemeye devam ettikleri anlaşılıyor. Artık bütün dünya şarkı söyleyecek, herkes Vivaldi dinleyecek, hiç durmadan.
Birkaç öykü daha var, en şahanesi sahiplerinin ruh hallerine göre kendini biçimleyen akıllı evle alakalı olandı bence. Evleri değiştiriyoruz, evler bizi değiştiriyor, en sonunda evler tarafından öldürülüyoruz veya evleri öldürüyoruz.
Ballard işte, müthiş. Geceye şarkı da bırakıyorum, beğenen elden gelsin. İkinci dosyayı teslim ettikten sonra yeni öykülerin ortaya çıkmalarını şaşkınlıkla izliyorum, parmaklarımın ne yaptıklarını bildiklerinden emin değilim. Sonuçta bir şeyler yazılıyor ve bu şarkı dinleniyor, dinlenecek, geceler boyunca. Spotify'da her bir dosya için bir liste oluşturmaya karar verdim, ilki tamam. İkincisinin baş köşesinde bu şarkı var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder