Zamanın farkına varmak için kendini gözlemlemekten bahsediyor Gürbüz, gözün kendini gözlemlemesi için ayna, ayna-zaman ilişkisi burada belirebilir. Kendisi aynayla mesafeli olduğunu söylese de bir olma hali olarak zamanı düşünelim, zaman biçimlenerek varlıkları ve sürerliği sağlıyor, gözü ve haliyle gözün görebileceği gözü -aslında gözün kendisini- oluşturuyor, bilinç bunun bir parçası olduğuna göre sürekli bir oluşun anlatısını kuruyor Gürbüz. Özellikle ilk öyküsünde -öykü diyeyim- mesele olarak direkt var bu, Müzik Hocası'nda isimden yola çıkmak doğru noktaya götürmeyecektir bizi, Gürbüz'ün formlara olduğu kadar isimlere de karşı olduğunu düşünesim geliyor, neyse, bir müzik hocasının geçmişiyle şimdisini okumayız aslında, oluşun her anını belirli kerterizlerle -travmalar, duyguların zirve noktaları vs.- sabitleyen bir bilincin zamanın karşısındaki varlığını okuruz. Karşısında, içinde değil. Ayna-zamana geleceğim; zamanın içi dediğim şey eğer zamanın dinamikleri, kipleri, artık neleri varsa, hepsinin derlenişinden müteşekkilse durmaz bir ilerleyiş demektir bu, gözün sürekli ileriyi görmesi, lineer bir akış demektir, kronolojik bir anlatı demektir. "Yeniyetmeliğimde" diye başlıyor öykü, oysa yeniyetmelikle yaşlı başlılık arasında İslami terminolojinin baskınlaşması dışında bir duyarlılık farkı yoksa, yaşamın sunduklarının dışında pek bir şey değişmiyorsa zamanın akışkan bir şey olduğunu anlayamayız gibi geliyor bana, en azından karakter için, çünkü aynaya baktığı zaman kendinden başka hiçbir şey görmüyor ve bu bakışı gençliğinden yaşlılığına kadar koruyor. Boyhood'u anımsadım, on iki yıllık bir çekim süresi var filmin, karakterler büyüyor, yaşamları farklılaşıyor ama... nasıl demeli, o kadar da büyümüyorlar aslında. Ayna da kendileriyle birlikte değişiyor, gözü/göze hep aynı görüntüyü gösterecek biçimde kendine/kendini eğip büküyor. Bu yüzden karakterin onlu yaşlarındaki haliyle seksen yaşındaki halinin varlık ağrısı aynı kalıyor, seksen yaşındaki adamın on dokuz yaşındaki hali, düşünceleri, biricikliği kusursuz bir şekilde zamanın dışına taşıyor. "Gerçekten şu an bilemiyorum, kendi hayatım başkasının gibi geliyor, başkasınınki de benim gibi." (s. 9) Kendine ait bir hayatı olmadığını düşünen müzik öğretmeninin, eskinin Genesis dinleyeni, Peter Gabriel hayranı olan evladın, kendini gözlemleyen varlığın kendini gözlemledikçe kendi olamadığını, kendini gözlemlemekten başka bir uğraşı olmaması yüzünden kendisi dışındaki dünyayla bütünleşemediğini, iç dünyanın dışı soğurduğunu söyleyebiliriz, üstelik kendi kendisini gözlemlemesinin dışında insanların ve Allah'ın/Tanrı'nın da şahitliği var, yaşamak konusunda ağır bir sorumluluk hissediyor düşünen varlığımız, baktıkça olamıyor, bakmadan da olamıyor, ikisinin arasında bir yerde yıllar geçiyor ve hiç zaman geçmiyor. Katı, çakılı bir zamandayız. Şarkılar, terennümler, Allahlar, Tanrılar, dinler, sözcükler, insanlar, her şey değişiyor, her şey biçimini kaybedip tekrar biçim kazanıyor ama varlığımız bu değişimleri özünde doğuramıyor, akışa da kapılamıyor, coşkusunun kendisini müziğe itmesiyle bir çıkış yolu bulabileceğini düşünüyoruz ama dinlemekle yetinmiyor, müziği üretmek istiyor, enstrüman çalamadığı için müziğin esrime halini tam olarak yaşayamıyor, zirveyi istiyor, uzaktan bakmakla yetinmiyor. On beş yaşındaki haline gelen hakikatin altmış yaşındaki adamlara gelmemesini yadırgıyor, anlayamıyor, konservatuvarda veya müzik derslerinde karşısına çıkan, müziği kalıplara sokan, armoni gibi bir dünya lanetle saf güzelliği öldüren onca yaşlı niye yaşıyor, hakikati kimse bilmiyorsa neden yaşanılıyor?
Öyküyü açan bazı cümleler var, birkaçını alayım. "Ben peygamber olmak istiyordum, ya da hiçbir şey." (s. 17) Notaları değil, sesi ve sesle gelen yüceliği bulmak istiyor varlık, aynaya bakarlığı boyunca bunun izine düşüyor, bir nevi yolda olma hali ama buna zamanda olma hali dense daha iyi. Genesis, Deep Purple, Brahms, Bach, sonra Gülavettin Efendi'nin bilmem nesi, müzikten musikiye geçiş, kültürel kodlar değişirse ağrı azalır mı, Allah'ın karşısında biraz tevazu sahibi olarak durmak bunu sağlayabilirdi ama Allah'tan müsaadesiz peygamberlik ilan ediliyor burada, hakikat aranırken ne aranacağı bilinmiyor, bunun bir çıkar noktası yok. "Bazen sezdiğim; zaten insanın gerçeğe hayatta pek seyrek, pek uçucu hallerde ancak tesadüf edebilmesi ve bu halin de görüldüğünü anlar anlamaz kayboluvermesi." (s. 28) Aslında bunları anlatırken kendimi anlattığımı düşünürsek, nasıl ki Saramago'nun karakteri sipariş alıp yaptığı portrenin aslında kendi portresi olduğunu söylüyorsa, kendinin tersimi olduğunu fark ediyorsa, ben de buna parıltı dedim, diyeceğim. Bir ışık, bir şey, bunu arıyoruz aslında. Her zaman orada değil, çünkü biz de her zaman orada olmayabiliyoruz. Kusursuz bir uyumun olduğu an, orada olduğu anlaşılıyor ve oradalığı anlaşılır anlaşılmaz kayboluyor. Buna kesin bir ad konmuştur, epifaniyi de içeren bir şeye ne denebilir? Bunu arıyor varlık, daha fazlasını. Onlu, yirmili, otuzlu, kırklı, ellili yaşlarını teker teker devirdikten, sözcükleri gençliğin uçarılığından yaşlılığın ağırlığına ulaştıktan sonra yaşamının tamamını değilleyebiliyor. Yaşadığı o değil. Kalıp konuşmalar, eskimiş evler, ders verdiği kadınların meyilleri, her şey gerçekleşmemesi gereken, yaşama ait olmayan olgularmış gibi geliyor, bunların hepsi bir bir yığılırken perişanlık, yıkım bir türlü gelmiyor. Kendisi de soruyor bir yerde, tamamen perişan olsa kurtulur muydu? Çok affedersiniz, sıçtığını kabul ederse her şeyin kolaylaşacağını söylediğim biri var, gerçekten dibi görmeden, gördüğünü kabullenmeden, gözlemlenme tedirginliğinden kurtulmadan, kendini gözlemlemekten duyduğu beğenmezliğin aslında kendinden doğan en hakik, en kendine ait duygu olduğunu bilmeden başaramayacak, bunu pek kimse başaramayacak sanırım. Metnin dışına taşıldığı noktada nokta, bu öykü bitmediyse de bitti.
Cansın, yirmi dört yaşında, babasıyla annesinin aldığı hediyeler sonucu ölmek isteyen bir genç. Aldığı hediyeler ailesini içinde bir yerlerde kurutuyor, öldürüyor, asıl alması gerekeni alamamış çünkü, bir şeyler eksik. Ailesi İngilizce biliyor, bu İngilizce bilme meselesi Cansın'ın canını çok sıkıyor, o bilmiyor çünkü. Parodik bir durum ortaya çıkıyor; ailesinin karşısında eziliyor Cansın ama aile için biçilen rol de komik biraz, İngilizcenin ne kadar süper olduğundan bahseden insanlar bunlardan sürekli olarak bahsederlerse, başka pek bir işlevleri yoksa tiplikten öteye geçemiyorlar, o durum. Cansın'a yükleniyorlar; okusun, etsin, felsefeyle uğraşsın, en iyi o bilsin, bile bile bir hâl olsun. Sıkıntıdan ölmek üzeredir oysa; sıkıntısının kendisi olduğunu düşünür, sıkıntısıyla birdir. Evlendiğini düşünür, toplumun biçtiği erkeklik rolünden zaten bunalacağı kadar bunalmışken bir de babalık çıkar, en sonunda boşanmaya varır iş. Kurduğu hayaller bile derttir. Günlerden birinde Bacon'ın denemelerini görür, küvette okumaya başlar. Öykü burada bir denemenin içeriğiyle bütünleşir. Ne ölçüde Gürbüz'ün üfürmesi, ne ölçüde orijinal deneme, bilemiyorum. Sonuçta Bacon da kendi cehennemini anlatır, "sarahat" gibi sözcükler kullanıldığından çeviri bir metin olduğunu düşünürüz ya da Gürbüz'dür hâlâ oradaki. Sonsuzluk ve sorumlulukla ilgili meselelerdir anlatılan, sonsuzun karşısında sorumluluğun ağırlığı, Tanrı'nın karşısında özgür iradenin sorgulanması, bu tür. "Böyle yaradılmıştın, kendinden çok şey umdun, herkes kendinden çok şey umar, herkes kendinin hayal kırıklığıdır, umudun kibrindi, aklın ahmakların hayranlığı, sana verilenleri pek de iyi kullanamadın, senden çok iyiler, hayal edemeyeceğin kadar iyiler var, senin işin onlarla." (s. 97) Daha iyinin karşısındaki çaresizliği biliyorum, bu yüzden Gürbüz'ün kişilerinin kaygılarını kendiminkilerde buldum. Hatta iddia ediyorum, Gürbüz kaygıların yazarıdır. Seval Şahin'in "keder" olarak değerlendirdiği zemini ben hadsizce "kaygı" olarak değiştirmek istiyorum. Bulaşıcı kaygı; Cansın en sonunda kafayı kırıp İngilizce bir gazeteyi yaktığında uçuşan bir parçanın Bacon'a konması ve kapakta kahverengi bir iz bırakması sebebiyle Gürbüz'e büyük saygı.
Üç öykü daha var, hatta ikisi -bence- Müzik Hocası'yla birlikte en önemli, sıkı öyküler. Benim nefesim bitti, hakkıyla anlatamayacağım için pas. Düşünmekten, not aldığım şeyleri okumaktan yeni bir şey okumaya başlayamadım dünden beri, hemen hiç olmaz bu oysaki, lakin öyküler ketledi, beş yıldan sonra ilk kez bir günü hiçbir şey okumadan geçirdim. Daha da diyeceğim bir şey yoktur.
Vardır aslında. Ahmet Ergenç'le Ahmet Nezihî Turan'ın makalelerine denk geldim. Turan, Ergenç'in fikirlerini beğenmeyerek bir cevap metni yazıyor, böylece dahil oluyor mevzuya. Pek çok yerde Ergenç'in fikirlerine dair olumsuz eleştiri yapılmış, ben pek bir şey söylemeyeceğim. Turan'ın yazdıklarına da genelde katıldım ama bir iki noktada ona da katılamadım, belki Ergenç'in oluşturduğu eleştiri bağlamında, daha baştan yanlış kurulmuş fikirlere karşılık verme çabası içindeyken konuyla ilgisi olmayan birkaç argüman ortaya koyduğu için. Örneğin Murat Belge'nin on sekiz yaşındaki Şule Gürbüz'le karşılaşmasının, Gürbüz'ün metinlerini beğenmesinin konuyla ilgisini kuramadım. Şule Gürbüz'ün tek tartısı Şule Gürbüz olsa gerek, metnini Belge'ye götürürken ne derece kendinden emindi bilemiyorum ama müziğe aşık olan çocuğun duygularını paylaşmışsa eğer, o kutsiyetin onaylanmasının sevincinden fazlasını yaşamamıştır gibi geliyor bana.
Aşırı yorumluyorum, burada kesiyorum. Sadece bir yazar, sadece bir metin, gerisi okurun niyetine, maksadına. Yazarın uzaylılar için yazdığını da düşünebilirsiniz, dünyayı metinleriyle ele geçirebilecek güce sahip olduğunu da.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder