17 Ocak 2019 Perşembe

Gamze Güller - İçimdeki Kalabalık

Güller'in öykülerinde iki mevzu var ki hemen her öyküde karşımıza çıkıyor bunlar; biri insanlar. Çok insan. Çok fazla insan. Her yerden fırlıyorlar. Kitaba adını veren öyküde pik yapan bir kalabalık var, Yer Açın! Yer Açın!'daki kadar rahatsız edici bir öykü dünyası yaratıyor bu insanlar. İkincisi de şeyler. Şeylerin arasında boğulan insanlarla alakalı bir öykü var yine, müthiş bir öykü. Oraya geleceğim ama bir iki şey daha: Güller sözcüklerini ince eleyip seçtiği için anlatının şişmemesini sağlıyor, bu açıdan imrenilecek bir dil "hesabı" diyeceğim, dil hesabı var. Karakterlerin psikolojik dünyaları çoğalmaya, öykünün dünyasını doldurmaya pek meyilli ama böylesi ince bir kurmacada olmaları gerektiği gibiler. Nevrotik karakterlerin bile bir desturu var. Şimdi düşününce aslında, Gel Pisi Pisi adlı öyküde bu durum biraz daha esnetilebilirmiş gibi duruyor. Anlatıcı bir kadın, evi temizlerken giderek kayışı koparıyor ve topyekun bir temizliğe girişiyor. Büfedeki bardaklardan -kayınvalidesinin hediyesi- yerdeki döşemelerin altlarına kadar hemen her şey elden geçiyor, parçalanıyor, kırılıyor, kapıya gelen kapıcıya ve komşulara tersonun kralı yapılıyor ki çok trajikomik; bir yandan gülüp bir yandan üzüldüm. İki meselenin tekrarı da bir arada tutuyor olayları; biri her bir anımsayışta adı değişen kedi, diğeri de temizlenen eşyaların sayımı sırasında araya sıkıştırılmış hayal kırıklığı, üzüntü, huzursuzluk, pek çok şey. Öykünün sonu da olasılıklar arasından seçilen uygun bir son ama şöyle ki adım adım yükselen, yakalayan şahane bir öykü için çok daha iyisi olabilirmiş gibi geliyor. Her neyse, başka bir şey diyecektim, diğer öykülerdeki "sesin" bir benzeri var burada, belki de en nevrotik karakter bu öyküde ama anlatım çeşitlenmemiş, biraz daha, nasıl diyeyim, dilde de krizin izi görülebilirmiş. Başkaca da bir eleştirim yoktur, insanın toplumla ve eşyayla olan sıkıntısını görebileceğimiz şahane öyküler var kitapta.

Dağların Soluğu ödüllü bir öykü, sevdiği adamı canı pahasına arayan bir kadının anlatıcılığında bir umudun ve acının izi sürülüyor. Zorlukla bulunan köhne bir uçak, uçaksavar ateşinden kaçınmak için daireler çizerek inişe geçer geçmez zorluklarla dolu bir arayışın orta yerine düştüğümüzü hissediyoruz. Öykünün güncel zamanıyla geçmiş zamanı arasında kurulacak bağlantılardan aranan ve arayan hakkında bir şeyler öğreneceğiz. Arayanın/anlatıcının öykü yazarken kendi kurgusal dünyasında kaybolmasını arayışına paralel hale getirip içinde bulunduğu koşulları kurmacaya çevirme yoluyla güç bulduğunu görüyoruz. Aranan kişi öykülerdeki arayışa evrilecek ve kadın durmayacak, bulana kadar. Dağlarda tehlikenin orta yerini karış karış gezerken aradığıyla ilgili hatıraları gelecek aklına; ani bir gidiş, mücadele, uğruna ölünecek onurlu bir dava. Nihayetinde adamı ölü bulacak, öyküsü de tamamlanmış olacak ve... "Dışarı verdiğim nefeste yeni bir hayata başlayacak olmanın tazeliği vardı." (s. 18) Çok mu hızlı bir geçiş, karar veremedim. Onca anının, zorluğun ortasında kurtuluşu duyumsayabilmek garipsetiyor biraz, bunun dışında her şey iyi.

Ağrı'nın karanlık ortamı bir atmosfer olarak her şeyiyle öyküyü kuşatmış. Çekili perdelerin varlığı çok ses çıkartılmadan anlatılmış ki sessizlik de önemli bu öyküde, hatta perdelere rağmen odaya düşen ışığın ses çıkarmasından korkuluyor adeta, bu yüzden anlatıcı düş dünyasına çekilmek istiyor ama annesinin ağrıları ortaya çıktıkça loş eve daha çok çekiliyor. Annenin rahatsızlığı aileyi suskunlaştırmış, bir tek annenin söylediklerini duyuyoruz, gerisi anlatıcının zihninden dışarı çıkmıyor ki başına çaput bağlamış annenin siniri bozulmasın. Sürekli bir şey ister anne; daha sessiz olunmalı, çay gelmeli, sessiz olunmalı, sessiz. Babanın pek bir etkisi yok, anlatıcı bir teselli, bir avuntu bekliyor ama herkes donmuş bir halde. Bu donukluk, her şeyiyle orada olan donukluk temel izlek. Sıkı bir öykü daha.

Otel, aşağı yukarı hepimizin aklından geçen bir düşünceye odaklanıyor: Pahalı evleri inşa edenler o evlerde oturacak olanları düşünürler mi, sıvadıkları bir duvarın üzerine asılacak resimleri, posterleri hayal ederler mi, kendilerinin o evlerde yaşayabilmeleri için ellerinde olması gereken parayı hesaplarlar mı? Emekçilerin vahşi kapitalizm karşısında hiçbir şey yapamayacak durumda olmalarının intikamı bu öyküde alınıyor. Mimar, sıvacı, duvarcı, hepsi bir yapıyı inşa ediyor ve herkes uykusuz, yorgun, otelin açılış tarihi yaklaştıkça daha sıkı çalışılıyor, daha yoğun bir öfke beliriyor ve en sonunda, ta ta, havai fişeklerin patlamalarına insanların çığlıkları karışıyor, otel yanıyor. Otel işçilerin oluyor, tamamen. İnşa edilenin, yaratılanın benlikle daha en başta koparılan bağı tekrar kuruluyor, tek yanlı olarak.

İçimdeki Kalabalık. Konuşmak zorunda kalmanın faşizmin bir etkisi olduğuna dair bir söz vardı, artık öykü de var. Diş ağrısı yüzünden dişçiye giden anlatıcının sokağa çıkıp insanlarla münasebet kurmak zorunda kalmasının biraz komik, çokça rahatsız edici hikâyesi var burada. Sorulara verilen cevaplardan sonra sorulan daha çok soru, lüzumsuz bilgileri toplayan insanların sordukları kişisel sorular, meraklı insanların soruları, kendi hikâyelerini anlatmaya çalışan insanların durmadan konuşmaları, herkesin konuşması, herkesin anlatacak bir şeylerinin olması. Distopik bir gelecek gibi; sözel distopya. Yine bir deliriş bekliyor okur ama bu kez kabullenme var, anlatıcı kafayı yemiyor, uyum sağlıyor en sonunda. Bu kez de ağzındaki uyuşukluk yüzünden yarım yamalak konuştuğu için garipseniyor ve insanlar muhatap olmuyor. Tertemiz bir deliriş.

Diğer öyküler de iyi. Eşten bıkmak, işten bıkmak, mahalleden, sokaktan, evden, geçmişten, hayattan bıkmak, yorgunluk, yenilgi, günümüzün insanına dair pek çok şey var öykülerde. Her biri ince elenmiş, sağlam öyküler. Güller'in metinleri İletişim'e geçmiş, yeni baskıları İletişim'den çıkmış, denk gelinebilir. Gelinmelidir, Güller'in öyküleri iyidir ve Güller iyi bir öykücüdür. Tanıştığıma memnun oldum, nesine denk gelirsem alırım bundan sonra.

Kişisel bir mevzu, True Detective'in üçüncü sezonu başladı. Çok özlemişim. İlk sezonunu Zonguldak'ta çalışırken izlemiştim, iki herifi de çok sevdiğimden çıkar çıkmaz. İkinci sezon başladığında birkaç bölümü izleyip askere gitmiştim, komutana yeni bölümleri izlemenin bir yolunun olup olmadığını soracakken tutmuştum kendimi, küfür yiyip paketlenirdim herhalde. Lera Lynn'i ikinci sezon sayesinde tanıdık, hayran olduk, hatta konser için İstanbul'a geldiğini duyunca parayı şırak diye bastırıp bilet aldım, en önden mırıl mırıl eşlik ederek izledim kendisini. Şimdi üçüncü sezon. Çok eski bir dostla karşılaşmış gibi heyecanlıyım. Şarkı bu sezondan, ilk bölümün sonunda çalıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder