"1950 kuşağı" yazarlarından Demir Özlü, Adnan Özyalçıner, Orhan Duru ve Erdal Öz'ün öyküleri birer birer kitaplaşırken -tabii Ferit Edgü de yazıyor durmadan- Onat Kutlar da İshak'ı çıkarıyor ortaya, sonrası uzunca bir suskunluk. Kuşağın diğer yazarları yeni metinlerle çıkıyorlar ortaya, Kutlar hâlâ susuyor. "Ortak bir bilinç, sonsuz bir yenilik tutkusu, Sait Faik sevgisi ve sol bir dünya görüşü. Bunlar birleştiriyordu bizleri, ama hepimiz, yeryüzünün tüm gerçek yazarları gibi kendi dünyamızı kurmanın peşindeydik." (s. 7) Dönemin bütün yazarlarının en az birer kitabını okudum, yine de İshak'ın dünyasını başka bir yerde bulamadım. Sonrasında Kutlar'ın yıllar sürecek sessizliği kırılmak bilmiyor, belki sinemayla olan uğraşından ötürüdür, belki başka işler yüzündendir, belki gizli bir tatmindir, bilemiyorum ama Vedat Günyol ve Melih Cevdet Anday gibi iki önemli eleştirmenden övgü alan Kutlar'dan yeni öyküler beklemişler, Edgü böyle söylüyor. "Ne yazık ki o öyküler hiçbir zaman gelmedi." (s. 8) Öykülerden bazıları dergilerde görünmüş ama kitaplaşmamış. Kemal Özer'le yaptığı bir röportajda Karameke'den bahsetmiş Kutlar, müjde vermiş ama lanet saldırı yüzünden ömrü yetmemiş kitabı görmeye.
Volan Kayışı aslında İshak'ta yer alacakmış ama çıkarılmış sonradan. Sanki iyi de olmuş, birlik kuracağı öykülerden biraz daha uzun ve sesi diyeceğim, sesi biraz daha farklı. Başka bir zamanda yazılmış gibi. Diyaloglar daha bir yüklü, dünya daha belirli bir ağırlığı taşıyor. Nasıl, şöyle: "Yıldızlar, gecenin eski ve kimsesiz bekçileri taşlar arasında birikmiş sulardan göz kırpıyorlardı." (s. 13) Bu tamam yine, düşlem bilindik bir atmosfer yaratıyor ama "Prometeus" işin içine girince, kartallarla birlikte eski acısını yaşadığı söylenir söylenmez bir başkalık beliriyor. Anlatıcı sokağa çıkıyor, yol soran birine adres tarif ediyor, gerçeği bütün sertliğiyle anlatmak için çırpındığını söylüyor. Kendi gerçeğini yıldızlardan, hızla yaklaşan dağlardan ve imgelerinden çıkartacağız, bir şey anlatılmaya çalışılıyor, okur bir dünyaya çekiliyor. Salih ve Hilmi beliriyor, Musa beliriyor, deli Musa. Uykuyla uyanıklık arasında salınan bir akrobasi, gerçeğin bütün katılığına rağmen. Ulaşılamayan bir kadının çarpıttığı. Özgün bir kara yazı.
İntihar, ters giden işlerin bulandırdığı bir zihnin yanlış anlama sonucunda kendi halinde bir adamı zengin belleyip aşağılama girişimlerine dairdir. Adam domates suyu ister, buz ister, buzun kalmamış olması engel değildir, yine de ister. Anlatıcı bir bira ister, domates suyundan ötürü terslenmiş adam bira isteyenden yaka silker. Öfke konuşur, domates suyucu adam yerin dibine bir temiz sokulur, zenginliğinden girilir, edepsizliğinden çıkılır. Sadece bir tahsildar olduğunu söyler suyucu, parası da çıkışmaz üstelik. Sonrasında dünyayı çivileri hazır bir tabuta benzetir anlatıcı, yarım yamalak dilediği özür ağzında ekşir. Öykünün sonunu bu şekilde bitirip bitirmemeyi düşünecek kadar utanmıştır. Bitirir.
Karameke ve Sığla Ağacı nam öyküler aynı dünyanın öyküleridir, Muhtar ve diğerleri iki öyküde de karşımıza çıkar. Sihirli bir güzelliğe sahip olan şeyleri anlatmaya yanaşmıyorum, bu ikisini de anlatmıyorum. Kan davası, sevda, kasaba sosyalliği, yalnızlık ve pek çok şey bu iki öyküde ortaya çıkar, bir de Karameke. Bu kuş özeldir, şahsen Manyas'taki müzede gezinirken içi doldurulmuş halini gördüğüm zamanı hatırlıyorum ve öykülere bağlıyorum, kuşun uçuşunu hiç görmediysem de seziyorum. Fotoğrafını da çekmiştim ama ne oldu bilmem, sildim sanırım. İyi; görünüşünü hatırlasaydım Kutlar'ın aklındakini hayal edemezdim.
Altın baba-oğul ilişkisini yerde altın arayan bir çocukla bilge bir baba üzerinden yürüten, yine azıcık büyülü bir öykü. Surların civarında kent yaşamı, mahalle arkadaşları, çocuklar ve çocukların diyalogları. Kutlar'ın çocuklar konusunda pek bir kurmacaya giriştiğini sanmam, onlardan biri olduğuna eminim. Baba olduğuna da eminim. Kutlar o başta söylediğim yıldızlardan biri de olabilir, tepelerden aydınlattığı dünyayı izleyen. İşin güzel yanı, Kutlar sadece bu özel dünyadan ibaret değil; film senaryosuna baktığımızda Hakkı Behçet Bey'in yaşamını anlatış biçiminin düzlemi son derece somut temeller üzerinde kurduğunu görürüz. II. Meşrutiyet zamanlarından 1970'lere kadar uzanan bir anlatıdır bu, üç kuşağın zaman içinde biriktirdiği yaşam parçaları ülkenin en alengirli zamanlarında büyür, genişler ve aileyi bir şekilde ayırır. Birleşmenin tamamlanması veya sona ermesi dedeyle torun arasındaki mesafenin aşılmasıyla ortaya çıkacak, veya tersi diye düşünürken sona geliriz, tamamsız bir senaryo. Lanet! Kutlar'ın kaybı edebiyatımız için belki de en büyük kayıp. En azından benim için böyle. İkinci sırada Ali Teoman gelir. Üçüncü Yücel Balku. Dördüncü Murat Saat. Aslında Murat Saat'i bildiğimden beri en ufak bir huzurum yok, yeri başka.
Başka, masallar. Antik Yunan medeniyetinin tanrıları bizim buraları biçimlemiş, biliyoruz, bir de Kutlar'dan okunmasını isterim. Masallardan birinin sonunda zincirlerden, Kybele'nin Europa'ya bağlanışından bahsetmiş Kutlar, bu zincirleri Asya yakasında oturan bir "kör" değilsek görebileceğimizi söyleyerek bitirmiş. Gülümsedim, Kalkedonlular el kaldırsın.
Unutulmuş Kent'i zamanın birinde okumuştum, Kutlar'ın nesi kaldı? Bir şeyi kalmadı ve bütün öyküleri kaldı, hâlâ okunmayı bekliyor. Dönüp dolaşıp dünyasına gireceğim bir yazar, gıyabında hocam. Unutulmasın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder