15 Ocak 2019 Salı

Ray Bradbury - Güneşin Altın Elmaları

Bradbury'nin şiirli anlatısı ve kurduğu dünyalardaki yenilikler bir buluş olarak çıkıyor karşımıza, anlatım biçimi olarak son derece yalın, biraz betimci bir dil kullanıyor ve Venüs'ün dinmeyen yağmurlarını bu dilin sesiyle oluşturuyor, gökyüzüne yükselen bir roketin çıkardığı uğultuyu da aynı şekilde duyabiliyoruz. Yeni şeyler bunlar. Belki aşırı bir bilimsel altyapısı yok ama kendisini metodik bir eğitim almadan, kütüphanelerde dirsek çürüterek yetiştirdiği için kendi bildiği yolda ilerlemiş ve türün daha, nasıl diyeyim, insani örneklerini vermiş. Meseleleri çok çeşitli; bir katilin gözlerinden görülen dünyanın obsesif bir insan için nasıl bir cehenneme dönüşebildiğini görmek ve çağlar öncesinin Çin'inde tiranlığın yol açtığı dehşete, hayal suikastına şahit olmak Bradbury okuru için mümkün. Öyküler sadece bilimkurgu değil, sadece anlatı da değil, pek çok şeyi bir araya getiren, geleceğin ve geçmişin insanını aynı noktada birleştirebilen bir yazarın özgün düşlemleri. Bradbury sağlam öykücüdür, sıkı bir anlatıcıdır. Karahindiba Şarabı bile tek başına yiğide hak verdirir.

519 sayfalık, 32 öykülük bir kitap var elde, küçük bir hazine gibi duruyor. Şöyle bir duygu; Resimli Adam'la karşılaştık, bedenindeki dövmelerden görülen hikâyeleri öğrendik, öykülerini okuduk. Bu adamla bir romanda da karşılaştık, Bradbury bir korku nesnesi olarak koydu adamı ortaya. Mars Yıllıkları'nda bilimkurgunun içinde insanın gündelik yaşamının başka dünyalarda ve yeni teknolojiyle biçimlenmiş halini gördük. Fahrenheit 451'e değinmiyorum bile, nasıl bir dehşeti içerdiğini okuyarak veya oradan buradan duyarak, belki filmini izleyerek öğrendik. Hepsini bir araya getirip öykülere bölsek, belki bu kitaptaki öyküler için böyle bir oluşum düşünülebilir. Korkunun yanında üzüntü de beliriyor aniden, duygusal geçişler bir perdenin kapanıp açılması şeklinde değil de sahnede uyumlu bir şekilde bulunacak zıtlıklar biçiminde kurgulanmış. Sis Düdüğü'ne bakalım. Bir deniz fenerinde iki adam, sohbet ediyorlar. Denizin kadimliği, derinlerin bilinmezliği, gecenin içinde parıldayan sisin getirdiği bir tekinsizlik. İnsanın evrendeki yalnızlığını düşünmek için Dünya'dan çok uzakları düşünmeye gerek yok, doğada aynı şeyi hissedebiliriz. Diyaloglar bu temeli kurar. Derinler soğuktur, "bir kuyruklu yıldızın kuyruğu kadar". İki adamdan orada daha fazla zaman geçirmiş olanı diğerini uyarır, derinlerden gelen bir varlık sis düdüğü çaldıktan biraz sonra belirecektir. Varlık ortaya çıkar, Yüce Eskiler'den biri gibi. Çok büyüktür, adamlar dehşete düşer. Varlık düdüğü sesine benzer bir ses çıkarır, sanki çağlar önce kaybettiği eşini aramaktadır. Adamlardan biri düdük sesini keser, varlığı öfkelendirir. Kule sallanır, kadim yaratığın öfkesi kuleye saldırmasına yol açar. Kule yıkılır, yaratık evine, derinlere döner. Korku, üzüntü ve yalnızlık. Üçü birbirinin yerini alır. Bradbury, şeyleri müthiş bağlar.

Nisan Cadısı, bedenleri istediğince yönlendirebilen bir cadıyla ilgilidir. Neredeyse istediğince; insanları birbirine aşık edemez, duyguları maniple etse de nihai bir sonuca ulaşamaz. Aşık olmak isteyen cadının adamla kadını yönlendirmesini görürüz, önce cadının doğal yaşamına şahit oluruz ki yalnızlığını anlayabilelim. Sonrasında adamdan hoşlanmayan kadının bir ölçüde adama yaklaşması, sonrasında uzaklaşması görülür, adam kadını sevmektedir ama aralarında bir şey olmayacağını anlar anlamaz kasabayı terk etmeye, yaşamını sevdiği kadın olmadan sürdürmeye karar verir. Cadı için büyük bir acıya yol açar bu, eğip büktüğü insanlar gibi olamayacağını anlar, duygusal bir ilişki kuramayacağını anlar, kendi doğasını da tam olarak kabullenemediği için arafta kalmış gibidir. Böyle anlatıları seviyorum, olaya içeriden bakabiliyoruz çünkü. Clive Barker'ın bir öyküsünde kendisine musallat olan bir iblisi alt etmek için planlar kuran adamın yaşadığı dehşet iyi, Melezler'deki kurt adamların yaşantısı da iyi. Yabancı sanırım zirve noktası benim için, Lovecraft'in en sağlam öykülerinden biri. Sadece aksiyon ögesi olarak değil, kendi doğasının içinde devinen bir varlık olarak öcünün incelenmesi.

Çanağın Dibindeki Meyve'de tanıdık bir mevzu var, The House Jack Built'taki duvar lekelerini, çerçeve arkalarındaki lekeleri, halının altındaki lekeleri bildiniz mi? Adamımız bir cinayet işler ve takıntısı ortaya çıkar, hemen her yere dokunmuş olabilir, iz bırakmış olabilir, öyleyse ardında bir şey kalmamacasına temizlemelidir her şeyi. Bir dakika, beş, on dakika, bir saat derken zaman geçer, evin temizlenmedik bir yeri kalmaz ama en sonunda yakalanır. Her yer pırıl pırıldır, ev hiç o kadar temiz olmamıştır ve William Acton evi temizlemeye devam etmek istemektedir, polisler kendisini evden çıkarırken ön kapının kulpunu mendiliyle parlatır, işini bitirmiş bir adamın huzuruyla oradan götürülür. Arkada kalan kanlı cesedi inkar, insanlığı inkar, başka birçok şey birleşip adamın patolojisini titreştirir. İnsanın derin kuyuluğunu gösteren muazzam bir öykü, nereye kadar düşeceğimizi bilmiyoruz ve kendimizi hiç ummadığımız bir yerde, konumda bulabiliyoruz. Bulacağız. Bu yüzden hiçbir şeyi hiçbir karakterden uzağa düşüremiyorum, yapılan her davranış bir şekilde mantık kazanıyor. Aşırı yoruma da girmiyor bir yerde, insan varsa neyi aşırı yorumlayabiliriz? Karakter kadar olasılıkla dolu bir okur için uçsuz bir şey bu.

Uçan Makine, zamansız teknoloji, sihri yok eden imparator. Kanat takıp uçan bir mucidin başını kestiren imparatorun kendi konumunu düşünmesi anlaşılabilir, sonuçta uçan bir adamın imparatorun iktidarına meydan okuyabileceği düşünülür, mümkündür bu. Zavallı mucidin hatası, herkesin görebileceği şekilde uçup arkasında şahit bırakmasıydı ama ödüllendirileceği düşüncesi mantığını dumura uğratmıştı bir yerde, çıkarı için başından oldu kısaca. İmparator öykünün sonunda kuşlara hayranlıkla bakıyor, onların bir şey yaratabilme gücü yok, kanatları kendiliğinden, korkulacak bir şey yok kısaca. Düşünebilen insan korkutur.

Cani tam günümüzün öyküsü. Zamanında öngörülen teknoloji biraz geri tabii, yine de bağımlılıklardan doğan bir delirme durumu söz konusu ve bizim tahayyülümüze uygun. Hemen her yerden çıkan elektronik aygıtlar, görev tanımlarının rahat bırakmadığı insanlar, her an iletişime geçmeye zorlanan birey, tüketmeye de zorlanan birey, başkalarınca yığılmış sorumluluklar altında bunalan insan. Ele geçirilen sopa en kolay çıkış yolu haline gelebiliyor; dijital dünyayı ortadan kaldırmak, en azından delirtici imgesini zihinden silmek için bir sopa yeter. Telefonu kırsak, televizyonu parçalasak, makineleri makinelere kırdırsak, daha az eşya olsa, daha iyisini almak için daha az baskı olsa, huzurlu bir dünyada yaşamanın bedeli bu kadar ağır olmasa. Toplu bir deliliğin içindeyiz, başka bir şey değil. Dilime dolanan bir söz var, son zamanlarda sıklıkla söylüyorum: İnsanlar kafayı yemiş. Bakınız neden, mülkiyet duygusu. "Sahip olmak" haddinden fazla değerli, sahip olmak için saatlerini ve bir dünya paralarını harcıyor insanlar. İyi bir vücuda sahip olmak için durmadan pompalanan ihtiyaçların yarısı aslında ihtiyaç değil. Her şeyin daha iyisi ihtiyaç değil. Ama ihtiyaç. Çoğunluğun sersemliğine dayanacak gücü elde etmek giderek zorlaşıyor, insanlara, "Ya sen aptal mısın?" diye sormamak için kendimi zor tutuyorum. Oğuz Atay'ın Oyunlarla Yaşayanlar'ında bir bölüm var, milletin neden öyle olduğuna, neden gelişemediğine dair. İronik bir durum var orada ama ironinin doğrudan bakıldığında gerçekle iç içe olduğunu düşünüyorum. Sürdürülemez bir yaşamı sürdürmeye çalışıyoruz, ite kaka. Saçma sapan sistemlerin içinde, pompalanan değer yargılarının egemenliğinde, biraz farklı düşündüğümüzde yetersiz/beceriksiz hissettirilerek, bunlara benzer birçok şekilde. O yüzden bir sopa her şeyi çözmeye yeter. Helal Cani.

Geleceğin, şimdinin ve geçmişin dünyaları kesişiyor, başka gezegenlerdeki problemlerle Dünya'dakiler özdeşleşiyor bir noktada, böylece ne kadar farklılaşırsa farklılaşsın, öyküler kapı komşusu haline geliyor. Güzel olanlarını anlatmadım, üçünden beşinden medet umdum. Mutlaka okunmalı bu, uzaya giden babanın olduğu öykü ve çocuklarına uzay ortamı yaratan fakir babanın olduğu öykü çok iyiydi ama kitabın en uzun öyküsü olan Buz ve Ateş kadar etkileyici olan çok az öykü okumuşumdur. Kısacık bir yaşam süresi, "düştükleri" gezegenden kurtulmaya çalışan insanlar derken... Bradbury fizik yasalarını pek sallamıyor gibi gözükse de öne çıkardığı diğer ayrıntılar açığı kapıyor. Müthiş öyküler, büyük zevk.

1 yorum:

  1. Ben şeyi okumuştum sanırım, "Uğursuz Bir Şey Geliyor Bu Yana". Ne sevdim, ne sevmedim, öyle olunca da başka kitaplarına elim gitmedi. Yine de aklımda bulunsun.

    YanıtlaSil