"Doğmuş olduğum için beni affedin."
Öyle mi? Senin inceliğinden, serseriliğinden ve acından öpeyim. Madalyon olarak astığımı söylemiştim bir yerlerde, dönüp bakıyorum: "Şimdi büyüdüm, yaşamın zor olduğunu biliyorum ve hayatı daha dayanılır kılmak için 'kötü' yollara başvuran kimi daha hassas insanlara kızmamak gerektiğini de." Bağlamı farklı olsa da Mungancası: Denemesek de biliriz ki intihara hiç bu kadar yakın olmamışızdır. Yaşamaya çalışırken kalbini kırdıklarım(ız), ne söylersem söyleyeyim hiçbir önemi yok, hiçbir şey fark ettirmeyecek ama bilmenizi çok isterim, istediğiniz gibi biri olamadığım(ız) için çok, çok özür dilerim. Parantezi at, kendim için konuşuyorum. Benim, başka bir sebep yok. Dazai denemiştir ve bilmiştir de, bunları demiştir. Gerçekten demiştir, içerilerde bir yerde. Kendini bir karakter olarak kurup yeniden öldürmüştür. Bu noktada lineer akışın bir önemi yoktur, persona öldükten sonra kim gerçekten yaşayabilir?
Batan güneş, yükselen güneşin ülkesine de bir gönderme taşıyor. Savaş sonrasında Japonya'nın çöküşü, soyluların yitirdikleri soylulukları üzerinden anlatılıyor. Bireyin var olma çabası, birey-toplum çatışması gibi anahtar sözcükleri koyacağım ama yetmeyecek; Japon toplumu onura büyük önem verdiği halde sağ kalmak için onurundan vazgeçme eşiğine gelen insanların dönüşümleri bir dönemin sosyal çalkantılarına da ışık tutuyor böylece.
Japoncadan değil, Fransızcadan yapılmış bir çeviri. Olvido tekrar basmış ama çevirmen aynı. Suyunun suyu yani, direkt Japoncadan çeviri olsaymış daha iyiymiş.
Kazuko ve Anne köye taşınıyorlar, Wada Dayı'nın hamiliğinde. Dayı büyük olduğundan sözünden çıkılamıyor, şehirde yaşamak çok pahalı olduğu için köy en iyi seçenek. Problem şu ki soylu sınıfın köyde yaşadığı görülmemiştir, Ballard'ın Gökdelen'inde sınıfların bir arada yaşadığı zaman -aradaki katların pek önemli olmadığını düşünüyorum- ortaya çıkan kaotik ortam, Japon inceliğiyle oldukça yumuşuyor ve köylülerin müstehzi davranışlarından öteye geçmiyor. Yaşamsal işleri yapan hizmetliler olmayınca küçük çaplı yangınlardan sosyal ilişkilerdeki yeteneksizliğe pek çok olumsuz durum ortaya çıkıyor. Dayı da pek ortalarda yok, onun için bu ailenin hayatta kalması yeter ama belli bir yaşam standardından sonra daha düşük bir düzeyde yaşamanın yol açtığı sıkıntılar karakterlerin canına okur hale gelecek, hikâyenin çıkış noktası bu.
Kadının kendini tekrar keşfi ikinci nokta. Kazuko'nun bir çıkış yolu olarak metresliğe dayanması ve Naoji'nin hamisine yanaşması büyük bir değişim. Bütün bir toplum değişmişken aynı kalmaları mümkün değil zaten, bir noktada yaşama ayak uydurmaları gerekecek. "Benim için başka yaşam biçimleri olabileceğini hissediyorum." (s. 57) Ahlakın üstesinden gelinmesi gereken bir kurallar bütünü olarak algılanması bu farklı yaşam biçimlerinin ortaya çıkmasıyla gerçekleşir. Beklemek ve ummak başta birbiriyle uyumlu olsa da birbirini içten içe kemirmeye başlar, Kazuko'nun daha fazla mutsuz olmasına gerek yoktur, öyleyse bir koruyucunun gözetiminde yaşamak aşağılayıcı olmaktan çıkar. Aşk önemli değildir, herkes sevilebilir, Kazuko için bu yeterlidir. Bütün bunların arkasında inanılan değerlerin trajik bir biçimde yıkılması da saklı; savaştan önce devrimin ve aşkın en budalaca iki iş olduğunu söyleyen abiler, yağan onca bombadan sonra haksız çıktıklarını göremediler. Kazuko, aşkın ve devrimin belki de dünyanın en önemli şeyleri olduğunu çok geç anladı ve onlara yaklaşamadı bile. Anne'nin ölümü yaklaştıkça daha iyi bir yaşam sürebilme ihtimalinin peşinde gitmekten başka yapacağı bir şey yok. Peşinden gittiği adam soyluları sevmese de, Kazuko'yu sadece bir süs olarak evinde bulundurmak istese de hiçbir şey değişmeyecek. "(...) Şayet insan, hayata geldiğinde şu ya da bu biçimde yaşamaya devam edecekse, sona varmak için büründüğü görünüm, çirkin bile olsa, küçümsenmemelidir." (s. 84) Bütün karakterlerin davranışlarına açılan bir pencere aslında bu. Naoji'nin bilerek yıktığı yaşamına buradan bakabiliriz.
Dazai'nin yansıması, büyük ihtimal. Üniversitede edebiyat eğitimi alıp uyuşturucuya vuruyor kendini Naoji, edebi abilerinin -biri Kazuko'nun taktığı adam- yanında takılıp romanını yazmaya çalışıyor ama başaracağı bir şey değil. Ailesinden para alabilmek için yalanlar söylüyor ve her seferinde af diliyor, büyük planları için gereksinim duyduğunu söylediği para uyuşturucuya gidiyor. İntihar edene kadar. İntihar mektubu, anlatı boyunca ortaya çıkan bütün acıların açıklaması gibidir, belki Dazai'nin de son bir mesajı.
"Ailemi unutmalıydım. Baba kanını reddetmeliydim. Anne şefkatini istememeliydim. Ablama karşı soğuk davranmalıydım. Başka türlü halkın içine giremem, halkın arasına karışamam diye düşünüyordum." (s. 92)
Naoji arada kaldığı için ne ailesine yakın olabiliyor, ne de halka. İkisinin de problemlerini alıyor, geriye kalan başka bir şey olmadığı için kendi boşluğunu hayatı için anlam taşıyan bir şeyle dolduramıyor. Sahtekarlık olarak tanımlıyor yaptığı şeyi; kaba konuşma biçimi halka karışabileceği anlamına gelmiyor, ailesinden de iyice uzaklaştığı için bir ada haline geliyor, çorak bir ada. Tekil ruh. Mektubunu soylu olduğunu yazarak bitiriyor, ne kadar kaçarsa kaçsın kimliği hep onu takip ettiği için yaşamından kurtulması gerek. "Eğlenceden en ufak zevk almadım. Belki de eğlenme yeteneksizliğimdir. Ben sadece, gölgesinden kaçan bir soylu olduğum için, delilikler yaptım. Acaba gerçekten ayıplanmayı hak ettik mi? Soylu doğduysak, kabahat bizde mi? Sırf bu ailede doğduk diye, bütün ömrümüzü, tıpkı Yahudiler gibi, hakaret görmek, özür dilemek, alçalmakla mı geçireceğiz?" (s. 93) Şimdi bir makale okudum da, Japon elitlerinin savaş öncesindeki tutumları yüzünden koca bir ulusun yenilgiyle yüzleşmek zorunda kaldığından bahsediliyor. Biraz araştırma yapmak bu suçluluk duygusunu anlayabilmek için faydalı olabilir.
Şimdi diğer kitaplarını topluyorum, Dazai iyi yazar. Çok iyi bir yazar. Tavsiye...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder