Vaiz Colley'nin ölümüyle bilişsel olarak sınıf değiştirmeye hazır hale gelen Talbot, kibarlığın zayıflıktan doğmadığını anlar anlamaz Colley'nin yerine kendini koymayı başarır ve iş bildungsroman olmaya meyleder. Dersler çıkarılmıştır, nüfuzlu vaftiz babaya yazılan günlük tamamlanmıştır, öyleyse Talbot'ı yazmayı sürdürmesi yönünde teşvik eden nedir? Colley'nin mektubunun etkileyiciliği bir yana, kendi değişimini de kaydetmek ve kerteriz noktalarını belirlemek isteyen Talbot, Colley'nin kamarasına taşınır ve dolduracağı ikinci defteri düşünürken vaizin üslubundan esinlenmek için geride kalan mektubu düşünür ve kendine yazar olmasını emreder. Defterin müstakbel okuyucusunu tatmin etmek için olayların merkezine bir kahraman koymak ister ve gemide kahraman arayışına çıkar, kimseyi beğenmez. Kahraman, saygınlığını yitirmeye son derece meyilli ve haliyle Talbot'ın yakın çevresinden biri olmalıdır ama bu kesişimde kimse yoktur, farkında değil ama kendi haricinde. Okur olarak görüyoruz ki Talbot olabildiğince parlak bir zekaya sahip ama iyi bir analizci değil, gemideki onca farklı insanla kurduğu/kuramadığı ilişkilerden edindiği deneyimi sentezleyemiyor, henüz. Empatiden doğan demokratik bir düşünce biçimine ihtiyacı var.
Talbot güvertede dostu Charles Summers'la, ikinci kaptanla yürüyor ve iyi bir gözlemci olduğunu, insanın kültürel yapısı ve alışkanlıklarıyla ilgili çok şey öğrendiğini söyleyip böbürlendiğinde Summers'ın içten içe güldüğünü tahmin ediyorum. İkinci kaptan demokrasiden yana ama Talbot'ın aristokratik damarı demokrasiyle arasında derin bir uçurum yaratıyor. "'Ama sevgili dostum, demokrasi asla herkesin katılımıyla sağlanamadı ve sağlanamayacak. Yoksa çocuklara ve mülksüzlere oy hakkı vermemizi mi istiyorsun? Delilere de mi? Hapishanelerde sürünen suçlulara da mı? Kadınlara da mı?'" (s. 13) Summers ses çıkarmıyor, alttan alta kaynayan bir sınıfın temsilcisi olmasına rağmen Talbot'a -daha doğrusu ünlü vaftiz babaya- yamanmaya çalışıyor. Çıkarcılığının sonucunu bilmiyoruz, belki üçüncü kitapta ortaya çıkar.
İki olay önemli; birincisi bireysel hatalar yüzünden geminin direklerinin fırtınada kaybedilmesi. Subaylardan Deverel'ın nöbetini genç Willis'e kilitlemesiyle ikisinin de başını yakan kaza, Kaptan Anderson'ın meşhur öfkesini tetikler ve Deverel'ın kalbi kırılır. Kalbi kırık her adam gibi Deverel da Anderson'a cehennem gibi bir yerlere gitmesini söyler, durumu iyi idare eden Anderson, düello teklifini de bertaraf edip bir anda karşılarına çıkan gemideki bir başka subayla Deverel'ı takas eder. İkinci hadise de bu gemi. İlk kitabın sonunda denize düşüp kaybolan uşak Wheeler bu ikinci gemide ortaya çıkar ve kendi gemisine geçerek Talbot'tan hakaret yemeye devam eder ama asıl olay bu değil, yeni geminin Fransız gemisi olduğu düşünülerek herkes savaş pozisyonu alır, bu sırada Talbot yapabileceği bütün sakarlıkları yaparak kendini sakatlar, kafasını kırayazar. Sonradan anlaşıldığı üzere iki ülke arasındaki düşmanlık sonra ermiştir, Bonaparte Elbe Adası'na yollanmıştır ve başa XVIII. Louis geçmiştir. Hail to the king! Dünyanın merkezindeki Talbot için tarihin seyrinde büyük bir değişimdir bu; dünya tarihi büyük savaşlar görmüşse de en büyüğünün bitmesiyle birlikte hiçbir topa, hiçbir silaha gerek kalmamıştır artık. O kanondan işler böyle gözüküyor. Anderson'ın taşıdığı göçmenleri domuz olarak görmesiyle bir. Başka, Colley'nin ayyaşlığı yüzünden öldüğünün söylenmesiyle de bir. Zenofobi bilinen dünyayı psikolojik olarak güvenli bir hale getirirken ötekini görmezden gelmenin bir adım ötesine geçerek yıkmaya çalışıyor.
Diğer gemiyle yan yana geliyorlar ve bir parti düzenleniyor, Talbot komşu geminin kaptanı Sör Henry'nin kızına aşık oluyor ama o gemi Hindistan'a gidecek, zorunlu olarak ayrılıyorlar. Talbot kendi kendini yaralamasının etkisiyle fenalık geçirip kamarasına kaldırıldığı sırada diğer gemi yolculuğa devam ediyor, ardında bir hediye bırakarak. Deverel'a karşılık Benét. Sör Henry'nin eşinin aşığı, kızının da kalbini çalan adam olarak görülüyor ve Talbot'ın bu adam diş bilemesi doğal hale geliyor. Başlarda ilişkileri iyi ama Benét her konuda fazla iyi, Talbot'ın önem verdiği şiir konusunda özellikle. Üçüncü kitabı okuyorum, ilişkiler geriliyor ve koca gemi iki gruba ayrılıyor ama onu kitap bitince yazayım. Benét'nin geminin altını kaplayan yosunlardan kurtulunması konusundaki parlak fikri ve Talbot'ı ölümüne korkutan bir olaya -spoiler, yazmıyorum- yol açması da iyice sevimsiz bir hale gelmesine yol açıyor.
Aralardan çekip çıkardıklarımı yazıp bitiriyorum.
Kömürle çalışan gemilerin tam bir hayal kırıklığı olacağı konusunda görüş birliği var. Değişimin önünde durmaya çalışan insanların gerekçeleri yelkenli gemi nesli için geçerli ama ilerlemenin önünde durulamaz, kendileri bunu henüz bilmiyor.
Anderson'ın entelektüel olarak görülmekle ilgili sıkıntısı var, akıllılıkla aynı kefeye koyduğu entelektüellik geçer akçe değil onun için. Göçmenlerin parti sırasında soyluların ettikleri dansın parodisini yapmaları da bir diğer hınç göstergesi. Astsubayların Talbot'ı cüretleri yettiğince aşağılamaları, züppe olarak görmelerini de buraya iliştiriyorum ki geminin başlı başına bir evren olduğunu ancak sıcak suyun bitmesiyle fark ediyor Talbot, adamlar haksız değil. Analitik zekasına hayran bir adamın şiir yazmadaki başarısızlığı karşısında öfkelenmesi de... Bilemiyorum ama kendini olabildiğince açık bir şekilde anlatmasına rağmen okurun sezdiklerini çıkaramayan karakterin başarısızlığı memnun edici. Talbot'ı sevmiyorum ve sevmemek için yeterli sebebi kendisi veriyor; uşağı Wheeler'ın beynini dağıtmasına şahit olan aristokratımız adama köpekmiş gibi davrandığı onca zamandan sonra onun eskiden saygın bir kişi olduğunu öğreniyor ve suçluluk duymuyor pek, belki de Colley gibi ince bir ruhu olduğunu düşündürecek herhangi bir şey göremediği için. Kalın kafalı herif seni. Kendimi kaybetmemem lazım ama elimde değil. Yazının başında adamı iyi parlatmışım ama aldığım notlara baktıkça sinirim bozuldu.
Yolculuk sürüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder