Giriş bölümünde yalnızlığa dair düşündüğü her şeyin yanlış çıktığını söylüyor Svendsen. Sosyal medya, modern toplum, liberal insan, hepsi bir tür yalnızlığı doğuruyor ama insanların yalnızlıklarını artıran, şikayet haline getiren etkenler değil bunlar. Nicel açıdan artan bir yalnızlık yok, araştırmalar bunu söylüyor ve Svendsen ilerleyen bölümlerde bu araştırmaları göz önüne alarak işin toplumsal ve bireysel yönünü ele alıyor. Yalnızlığın çeşitleri de giriyor işin içine, etimolojik olarak bir başına olmak, terk edilmek, yalnız bırakılmak, yalnızlığı tercih etmek gibi tekilliğe dair pek çok konu ayrışmaya doğru meyilleniyor. Gerçi düşündüğümüz zaman insan sayısı kadar yalnızlık türü var, bu durumda yalnızlık ne tür bir ölçeğe vurulabilir, o ayrı bir tartışma konusu. Fromm'un Sevme Sanatı nam metninde sevginin öğrenilebileceği söylenir, Svendson da yalnızlığı evirip çevirip bir parçamız olarak nasıl sevebileceğimize dair fikirlerini söylüyor son bölümde. Öncesinde yalnızlık nedir, nerede bulunur, nasıl belirip kaybolur ve kaybolmaz, toplumsallığı nasıl parçalar ve nasıl bir utanç kaynağına dönüşür, tekmili birden burada.
Simmel'in metropol yalnızlığını tepeye koymak gerekir sanırım, onca olasılığı ıska geçip iletişimsizliğe boğulmamız bunca olanaktan kaynaklanıyor. Tocqueville'in "çöl yalnızlığından daha kötü" dediği şey. Svendsen istatistiklere göre yalnızlığın önceki yıllardaki sonuçlara göre aynı seviyelerde hissedildiğini söylüyor ve Facebook, Twitter, WhatsApp gibi zamazingoların yalnızlığı artırdığına dair veri olmadığını ekliyor ama yine niceliksel açıdan yaklaşıyor; oysa Bauman'ın Akışkan Aşk'ında gayet tokatlayıcı bir bölüm vardır ki bunların ne tür bir yalnızlık yarattığı anlatılır, her an etkileşim halinde olmanın ilişkileri yüzeyselliğe mahkum ettiği falan, bir dünya olumsuz durum incelenir. Ki yalnızlık dediğimiz şey şimdi buradadır, bir an sonra burada değildir, insanın kendisine mahkum olmasıyla kavuşması arasında dolanıp durur, kimi zaman hacamat eder, kimi zaman büyük ödüldür. İyidir yalnızlık, acısını geçici ve arızalı çözümlerle azaltmak yerine Rilke'nin söylediği gibi "hoş tınlayan yakınmalarla" değerlendirmek gerekir. Acının kendisiyle ilgili bir şey aslında, Call Me by Your Name'in sonunda babanın evladına anlattığı şeylerde de vardır, Catullus'un şiirlerinde de vardır: Acıyı bal eylemek de olur, başka bir şey eylemek de. Svendsen pek çok sanatçıdan pek çok alıntı yaparak bu eylemeleri, yalnızlığı ve benzeri sıkıntıları şöyle bir sergiler ve yalnızlığı bağlantı kurma gereksiniminin tatminsizliği olarak çevreleyip asıl konuya girer.
Yalnızlığın Özü bölümünde sözcüklerin kökenine inilir, yalnızlık (loneliness) ve tek başınalık (aloneness) birbirinden ayrılır. Mutluluk Paradoksu'nda Marar'ın mutluluk terazisinde toplumsal kabul ve kişisel kabul birbirini aşağı çekmeye çalışıyordu, denge noktası kusursuz bir mutluluğu simgeliyordu, burada da yalnızlık ve bir başınalık ayrı kefelerde incelenmeli. "Büyük acı başkalarıyla paylaşılmaz, çünkü acı birinin tüm dünyasına dönüştüğünde başka bir şey için yer kalmaz." (s. 27) Buradan yola çıkacağım. Bu durum mutlak bir yalnızlığa yol açar ve kişi ister istemez bağlarını koparır, hiç kimse bu acıyı paylaşacak kadar yakınlaşamaz. Dış etkenlerden kaynaklanan bir yalnızlığın üstesinden bir başınalıkla, yalnızlığın sağaltıcı türüyle gelinebilir ancak, o da belli bir süre/acı sonra. Ayarlanabilir bir yalnızlıktır bu; ilişkilerin derinliği ve niceliği konusunda karar bireyindir. Fazla sayıda bağlantının yalnızlığı fiilen artırdığını söylüyor Svendsen, dört insan yalnız hissetmemek için yeterliymiş ve sayı arttıkça olumsuz bir sonuç çıkıyormuş ortaya. Bunda kendimizle ilgili bilebileceğimiz, toparlayabileceğimiz şeylerin nitelik olarak hasar görmesinin etkisi olabilir, insan kendisini bir başkasında tanıyabiliyorsa işleyecek çok fazla veri olduğunu farz edelim, bunların derin olmayan ilişkilerden geldiğini de farz edelim, yeterli ilginin toplanmadığını düşündürecek kadar yüzeysel dönütler yalnızlık duygusunu artırıyor. Korkuya yol açan da bu; onca veriyi kullanarak kendini kuramayan insan elinde bir yıkıntıyla kalakalmak istemiyor ve başka ilişkiler arıyor, güven problemi yüzünden başkalarını arıyor, ne istediğini bilmediğinden başkalarını arıyor ve bulabilmeyi umuyor ama bulduğu tek şey yalnızlığı oluyor. Bir aynanın önüne oturmak, aynadakinin gözlerine odaklanmak bu durumdan bir çıkış yolu olabilir.
Bu bölümde yalnızlığın çeşitleri, gençlerin ve yaşlıların yalnızlığı, depresyonla yalnızlığın ilişkisi, kendine düzen vermenin başkalarıyla kurulan ilişkileri de düzenlemesi gibi pek çok konu var, geçtim.
Duygu Olarak Yalnızlık bölümünde duygusal ve bilişsel yalnızlık olarak iki türle karşılaşıyoruz ama iç içe geçmiş durumdalar. Bir duygu olarak yalnızlığın çizgileri belirtildikten sonra evrimsel, toplumsal ve kişisel yanı ele alınıyor, bu üç yön üzerinden yapılan araştırmalar birbirleriyle karşılaştırılıyor. Örneğin yalnızlığın toplumsal olarak utanç verici bir özelliği olduğu söyleniyor ki bu gerçekten de pek fazla dile getirilen bir şey değildir. Belki anlaşılmama korkusu yüzünden veya kendinden açık vermenin güçsüzlük olduğunun düşünülmesinden. "Yalnızlık sakladığımız bir şeydir. Onu kendimizden de sakladığımız olur." (s. 53) Kişinin kendisiyle kalmasının katlanılmazlığı, kendisine karşı dürüst olamamasından kaynaklanıyor olabilir. Acıyla mücadele etmenin ilk basamağı bir noktada acıyı kabullenmektir, yeterince reddettikten sonra. Reddin aşırı uzunluğunda yabancılaşma, haset gibi yan etkiler belirir ve derinlere gömülen şey her neyse asla yeterince derinde değildir, çatlaklardan kendini gösterir ve yaşamı biçimler. Acının tarihiyle kişinin tarihi senkronize bir şekilde ilerlemez, kişi o acının çağında yaşamaya devam eder. "Yalnızlıkta dikkatiniz genelde kalbinizde duyduğunuz eksikliğe yönelmiştir." (s. 56) Eğer başka bir zamanın duygusu sürüyorsa yeni diye bir şey yoktur, yalnızlık hep aynı biçimiyle kalır, daha da kötüsü; yeni bir şeye başlamanın enerjisini taşıyan insanın enerjisi çalınır, mahvedilir. Bu noktada Heidegger'den pek çok alıntı yapar Svendsen, özellikle aşk konusunda. Her duygu farklı bir dünyayı gösterecektir ve göstermediği dünyaları ortadan kaldıracaktır. Aşk veya acı sürüyorsa, yalnızlık hâlâ derinlerde bir yerdeyse pek çok içgörü belirir ve pek çoğu da kaybolur. Duygusal ilişkilerde asgari açıklık tam da bu yüzden önemlidir; ilişki derinleştikçe duyguların aşağı yukarı aynı noktalarda bulunmaları tarafların çekilmesi muhtemel acılarını azaltacaktır. Bir tarafın karanlık bölgelerini aydınlatmaması bireysel olarak bir zorunluluk olsa da diğer tarafın acısına yol açağından ahlaki olarak sorgulanabilir. Yine aynı yere dönüyoruz; kendimizi ne kadar iyi/doğru görürsek o kadar iyi görünürüz. Kısacası bulanık bir suyun içinden gelen sesler anlaşılmaz. Komşunun bahçesindeki çimler her zaman daha yeşildir. Ayıya cümbüş yap demişler, dokuz dükkan yıkmış.
"Yalnız hissetme eğiliminden sorumlu değilsinizdir ama bu eğilimle nasıl baş edeceğinizden sorumlusunuzdur. Bu yüzden beli ölçüde kendi yalnızlığınızın da müsebbibisinizdir." (s. 63)
Kimler Yalnızdır?, üçüncü bölüm. İstatistikler, istatistikler... Her gün arkadaşlarıyla görüşenlerin dostlarıyla ara sıra görüşenlerden daha yalnız olduklarını hissetmeleri anlaşılabilir bir şey, zaten Bauman bu cep telefonlarını falan bu her an iletişme meselesine bağlıyor, oraya bir göz atılabilir. Başka, yalnız bireylerin bazı özellikleri veriliyor, mesela sosyal ortamlardaki tutumları, yalnızlıklarıyla yaptıkları, falan.
Yalnızlığın güvenle ilişkisine başlı başına bir bölüm ayrılmış. Ben tek bir noktayı ele alacağım. La Rochefoucauld'dan alıntı: "Güvensizlik gerçek bir dost olmadığınızı gösterir ve gerçek bir dost değilseniz, yüz üstü bırakılmayı hak ediyorsunuzdur. Başkalarına duyduğumuz güvensizlik onların bizi aldatmasına haklılık kazandırır." (s. 95) "Hak kazandırma" boyutu kesinlikle tartışmaya açık ama bir savunma mekanizması olarak devreye giren aldatma, yalan söyleme gibi olaylar, Kant'ı düşünerek söylersem ahlaki ikilemlere yol açtığı noktada kişinin acıyla mücadelesinde bir hak olarak görüldüğü an doğabiliyor. Mesela kendisine yalan söylendiğini düşünen insan -ki gerçeği çarpıtma açısından eksik bilgilendirme de buna dahil- güveninin yıkılmasındaki travmayı atlatabilmek için işi skora bağlayabilir. Tournier'nin babası hakkında söyledikleri anlaşılır: İyi insanlar acıyla başa çıkabilmek için kötü şeyler yapabilir. Güven duymak ve daha da önemlisi bunu olabildiğince dolaysız bir şekilde göstermek zordur, insanın kendinden verebileceği en önemli parçasıdır belki bu. "(...) Yine de güven duyduğumuzu gösterdiğimizde tam da bu tehlikeye açıklığın ya da kırılganlığın istismar edilmeyeceğini farz ederiz." (s. 97) İlişkinin sallandığı noktada güvenin pek bir önemi kalmıyor, hiçbir şeyin pek bir önemi kalmıyor gerçi. Atış serbest. Geçmiş olsun.
Arkadaşlık, sevgi, bireycilik, tek başınalık, Rousseau, Morrissey, sorumluluk, anlam, aidiyet, devamında bunlar ve daha fazlası var. Murat Erşen'e çevirisi için teşekkürler, Redingot'a da başarılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder