"Zombiler, Hristiyanlıktaki semaya yükselişin çürümüş halidir." (s. 11) Çok şeydir zombi ama hep ötekidir. Siyahidir, köledir, sömürülendir ve içi boşaltılandır. İtkiyle hareket eder, özgür iradesi yoktur. Ölümle yaşam arasında sınır ihlali yapar, terk edilendir, öncesinde sevilen biri olabilir ama artık bir yabancıdır. Dedim de aklıma Daryl'ın abisini öldürdüğü sahne geldi. Bu derdi daha iyi anlatan bir sahne bilmiyorum:
Sophia'nın ölümü de var ama içim kaldırmadı sabah sabah.
Kaybettiklerimiz. Araya mutlak bir ayrılığın girdiği insanları bir daha görmeyiz, paylaştığımız şeyler geçmişin donukluğunda öylece kalır, solmak için. Yaşam bir taraf için durmuş olabilir veya ayrı akışlara sahip olmuştur, zaman içinde başka biri oluruz ve eskiliğimiz giderek soluklaşır, yok olur, insanlar kaybolur, insanlar belirir. Bir demet külse eldeki, ancak ölüme sunulabilir. Ölüm her şeyi temizler, bu anlamda kurtuluştur ama zombilik müessesesi ölümü tedavülden kaldırdığı için kurtulamadığımız acıları her an karşımızda görebiliriz, acıyla anımsanan insanlarla bu yüzden karşılaşmak, iletişmek istemeyiz, bizden koca bir parça koparabilirler. Sol göğsün az altından. Yani yeri gelince herkes öldürür sevdiğini. Meşru müdafaa.
"Zombi"den "zombie"ye geçiş, biçimlendirme işlemi, Batı'nın sömürgeci politikasıyla birlikte başlar. Lafcadio Hearn nam bir gazeteci, Fransız Antilleri hakkında betimleyici yazılar yazması için 1887'de bölgeye gönderiliyor ve zamanında Plivius'un, Heredotos'un yaptığı gibi kitleler tarafından bilinmeyeni -ama aslında çok iyi bilineni- marjinalleştiriyor. Batıl inançlardan yola çıkarak bir "zombi" tanımı yapıyor, nefret ettiği medeniyetten uzaklarda belki iyi niyetle yapıyor bunu ama "Victoria devri antropoloji nosyonları" vasıtasıyla, o zamanlar bilim sanılan bir paradigma. Bu konuda William Seabrook'un No Place to Hide'ı daha etkili. Seabrook birader, devrin entelijansiyasıyla içli dışlı ve çok içiyor, deli gibi içiyor. Gertrude Stein'ın onun hakkında güzel bir değerlendirmesi var; içmeye devam ederse kendi zombilerinden birine dönüşeceğine dair. Adamımız gezmeye devam ediyor, kitaplar yazıyor ve yamyam kabilelerini, Yezidileri, Vodou kültünü anlatıyor. İlginç bir kesişme var burada; Luckhurst de Weird Tales etrafındaki zombi söylencelerinde konuya değinecek ama şu incelemeye göre Lovecraft ve arkadaşları, Seabrook'tan etkilenmiş. Zombi, edebiyatta da bir izlek olarak yavaş yavaş belirmeye başlıyor böylece. Zombilik, Haiti'de sıklıkla gerçekleşen dini ritüellerin sonucu olarak değerlendiriliyor, 1930'lardan itibaren çekilen filmlerde bu folklorun izlerini bulmak mümkün. Şamanik bir ayin sonucu dirilen, akılsız bedenler. Seabrook, bu yürüyen ölülerle ilgili anlatıları derliyor, daha çok Haiti Amerikan Şeker Şirketi HASCO'nun işçileri hakkındaki anlatılar bunlar. Seabrook mevzuyu rasyonelleştirmeye çalışsa bile ateş bir kez yanmıştır, bu akla aykırı söylenceler 1915'te ABD'nin Haiti'ye "uygarlaştırıcı" bir müdahalede bulunmasına yol açar. Kapitalist prangalara Jean-Paul Sartre da dahil olmak üzere pek çok entelektüel karşı çıkar, kontrol altına alınan zombilerin günü gelince emperyalist güçlerin ta kendisi olduğunun görüleceği söylenir.
Fransa Kralı XIV. Louis'nin 1685'te çıkardığı kanundaki maddeler oldukça ilginç: "Zenci Yasası" olarak bilinen bu maddelerde Yahudiler bütün Fransız sömürgelerinden kovuluyor, Afrika'dan gelen kölelerini Katolik yapmadıkları taktirde sahiplerinin ağır cezalara çarptırılacağı söyleniyor ve her türlü dini ayin yasaklanıyor. Tek bir torbaya konan "istenmeyenler" üzerinde uygulanacak soykırıma daha zaman olsa da uygulamaların temeli o yıllarda atılmış oluyor. Yerliler hakkında söylenen yalanları en iyi derleyen Galeano olabilir ama Luckhurst de işin düşünsel planını iyi özetlemiş. İnsan eti yiyen barbarlar, yamyamlar, yabancılar, zenciler, her şey birbirinin içinde eriyor ve hedef tek bir noktaya indiriliyor. Bunda sanatçıların payı büyük, devlet adamları da zaten bunu istediği için problem yok.
İşin pulp kurgu boyutu geniş bir yer kaplıyor. Herbert West'ten Poe'nun öykülerine, oryantalizmden uzak diyarların korkunç dehşetlerine pek çok etken bir araya gelerek tipik bir zombi figürü yaratıyor: Karayipli Zombi. Edebi kaynaklar geniş, dönemin zenofobisinin yardımıyla zombilik giderek önem kazanıyor ve strigoi, yanında dünyanın öbür ucundan bir umacı arkadaşının belirmesine şahit oluyor. İlk filmlere geldiğimizde yerli zombinin nasıl tüketim toplumuna dönüştüğünü elli küsur film üzerinden görürüz. Her şey adım adım gerçekleşir; ritüeller ortadan kalkar, zombilerin yapısı değişir, koşmaya başlarlar, hatta düşünebilenleri ve dahi insana dönüşmek isteyenleri belirir. Naziler de zamanı gelince ötekinin kralı olarak ortaya çıkarlar ve zombi kültüyle birleşirler. İşin gerçekliği de ilginç bir şekilde giderek ikna edici biçimde kurgulanır; "teyit edilmiş hikâyeler" insanlara zombilerin gerçekten var olduğunu söyler ve "güvenilir" insanlar zombilerle karşılaştıklarını söylerler. Aklı başında, nelerin döndüğünü az buçuk tahmin eden bilim insanları kendi araştırmalarını yürütene kadar masallara inanılır.
İsrail'in duvarlarına tırmanan zombilerden bahsetmiyorum, o filmlerin okuması çoktan yapıldı ve kendi okumasını yapmak isteyenler için mesajlar çok açık. George A. Romero'dan bahsedip bitireceğim. Çekimlerinden taşıdıkları kodlara kadar pek çok açıdan ilgi çekici filmlerin yaratıcısı olan Romero, "modern" insanı, tatminsiz ve durmadan tüketen insanı zombilerle karşılaştırarak janra müthiş bir derinlik kazandırdığı için büyük bir adamdır. Alışveriş merkezinde yürüyen zombiler fikri şahane, bu bir. Hemen çağrışsın, Steven Wilson: "We're lost in the mall / Shuffling through the stores like zombies." İki, insanla zombinin karşılaşmasını sağlayan kaosun neferleri, nihiller de çok iyi bir fikir. Direkt çatışmanın katalizörleri, bu adamların yarattığı karmaşanın nedensizliğini seviyorum ki aslında nedenliliğini seviyorum. Bunlardan birine Carsten Jensen'in Türkçeye çevrilen son romanında rastladım, Taliban'ın tarafına geçip kendi askerlerini kendi eliyle kurşuna dizen Danimarkalı bir subay. Dengeleri değiştiren, planları bozan zıpçıktılar. Lazım bunlardan. Neyse, kapsamlı bir Romero incelemesi de var yani, hoşunuza gidecek.
İyidir ya, Luckhurst gayet iyi araştırmış.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder