"William Saroyan said, 'I ruined my
life by marrying the same woman
twice.'
there will always be something
to ruin our lives,
William,
it all depends upon
what or which
finds us
first,
we are always
ripe and ready
to be
taken.
ruined lives are
normal
both for the wise
and
others.
it is only when
that life
ruined
becomes ours
we realize
then
that the suicides, the
drunkards, the mad, the
jailed, the dopers
and etc. etc.
are just as common
a part of existence
as the gladiola, the
rainbow
the
hurricane
and nothing
left
on the kitchen
shelf."
Saroyan'ın bu her şeyin bir parçası olan mahvını çok da eğik olmayan bir baş ve dudağının kenarında bir kıvrık gülümsemeyle karşıladığını düşünüyorum, en azından zaman içinde. Hemen bir imge: Dalga kayalarda parçalanıyor ve geri çekiliyor, tekrar parçalanmak için. Bir kezi de mahveder ama iki kadar değil, ömür uzun olsa üçü, dördü de bulurdu, denizi severdi bence Saroyan. Bir yerde biri demişti, denizde bir nevi hakikat var. Saroyan gerçeği olduğu gibi arıyor, basitlikle. Yaşamın çok derinlerinde bir yerde dalgaların basitliği var gibi geliyor bana; eğer her şey gerçekten yaşanıyorsa, insan biliyorsa. Bilmiyorsa yurtsanan, kuyut bir kara su. Ne karanlıktır o, hiçbir şey görülmez. Yüzeyi parıldar, yanıltır. Bir aralanma: Saroyan parmaklarıyla aydırıyor. Kendi adıma, ben benim için olması gerekeni buldum Saroyan'da. Bu berraklığı özlediğimi fark ettim. Kısmen Vonnegut ve Brautigan'da, çokça Fante'de bulduğum bir şey var; Vonnegut her şeye rağmen insana güvenen bir serbest düşünür. Brautigan, hüznün bakır çiçeği. Fante, olduğu gibilik. Saroyan'ı nereye oturtacağımı bilemiyorum ama bu üçlünün yanına dördüncü olarak yerleşecek, kesin. Birbirine karışan akışlar.
Saroyan'ın ailesi Bitlis'ten ABD'ye göçüyor, California'ya. 1908'de Saroyan doğuyor, babasının ölümüyle birlikte yetimhaneye veriliyor ve beş yıldan sonra kardeşleriyle birlikte annesine kavuşuyor. Eğitim sistemine uyum sağlayamıyor ve pek çok işte çalışıyor. Bu hikâyeyi biliyoruz aslında, Carver'a kadar pek çok örneği var. Sabrının sınırındayken bir öyküsü yayımlanıyor, sonra diğerleri. İlginç noktalardan biri, Saroyan'ın 1939'da kazandığı Pulitzer'ı reddetmesi. Eserinin diğerlerinden ne daha iyi, ne daha kötü olduğunu düşünüyormuş. Aziz Gökdemir'in açıklamaları da iyi; MGM, Saroyan'dan bir senaryo istemiş ve Saroyan bu metnin senaryosunu yazıp göndermiş. 1944'ün "En iyi orijinal öykü" Oscar'ını almış Saroyan ama filmin savaş hizmetinde kullanıldığını görünce -senaryo da asıl metnin pek uzağına düşmüş- şirketten aldığı parayı tazminatıyla birlikte geri verip metninin haklarını geri almak istemiş, MGM buna yanaşmamış. Saroyan kendini eleştirmiş sonradan. Filmi izlemek lazım oldu şimdi.
Odağın sürekli değiştiği bir anlatı bu, birkaç karakter üzerine birkaç bölüm. Toplamı savaşın tüm hızıyla sürdüğü ve aklın sürekli uzaklarda olduğu, yine de küçük bir kasabanın tam ortasına yerleşmiş devinimin yalınlığını taşıyan bir dünya ediyor. İsimler sembolik, bu döngünün çağlar öncesinin anlatılarının sürdüğünü anlatmak için belki. California'nın Ithaca kasabasında yaşayan Ulysses Macauley adlı çocuğun gözlerinden bakarız ilk. Dört yaşında bir çocuk Ulysses, bahçesindeki sincaplara bakınca küçük bir mucizeye şahit olduğunu düşünecek kadar sihirli bir dünyası var, hele geçip giden trene el sallarken kendisine küçülüp yok olana kadar el sallayan zenciyi görmesi tam bir büyü. Ait olduğu yere döndüğünü haykırır adam, evine gittiğini söyler, Ulysses için o zamana kadarki yaşamının en büyük hadisesidir bu. Pırıl pırıl bir aklın sadeliğinde gündelik olayların mucizelere dönüşmelerini incelikle anlatabilecek bir yeteneğe sahiptir Saroyan, sırf bu yüzden büyük bir yazardır.
Abi Homer, onlu yaşlarını ortalamaya yakındır ve o da güneşin, toprağın, ağacın ve bulutun etkisi altındadır. Bisikletiyle oradan oraya dolanır, savaştaki abisi Marcus'u özler ve kız kardeşi Bess'in piyano çalmasını sever. O da el sallar, asker dolu kamyonlar önünden geçerken askerler de ona el sallar. Belki çoğu geri dönmeyecek ama bir çocuğa dokunmak, onun tarafından hatırlanmak da bir nevi ölümsüzlüktür. El sallamak, zamanın coşkun ırmağında bir yere tutunmaktır.
Homer gündüzleri okula gider, geceleri telgrafhanede çalışmaya başlar. Saroyan'ın Amerikan toplumunu inceleme biçimidir bu; o günün dünyasını, insanlarını telgraflardan ve sosyal ilişkilerin rahatlıkla kurulduğu yapılarda görürüz. Okuldaki hadiseler, gençlerin vicdanlarını ve sosyal zekalarını gösterir. Telgrafhane daha ilginçtir; hayatını kaybeden askerlerin haberlerini Homer vermek zorundadır ve insanların acı dolu tepkileri sonucunda büyüdüğünü hisseder, kazandığı parayı ailesine vermesi de büyümenin bir başka yoludur. Savaş, çocukları erkenden, olması gerekenden çok önce olgunlaştırır. Kasabanın güzel insanlarının da bunda payı var, "insanlar her yerde bir" diyen telgrafhane müdürü Bay Grogan, ırkçılığı Homer için anlamsızlaştırır, okuldaki bir olayda da ortaya benzer fikirler çıkar. Saroyan, o dönemler için önemli konuları ustalıkla, cesaretle ele alır.
Anne Macauley, çocuklar için yaşamın anlam katmanlarını açan bir kadındır. Eşini kaybetmiştir ve çocukları onun her şeyidir. Homer'a olgunlaşmanın yalnızlığını, Ulysses'e küçük mucizeleri öğreten odur. Eşinin hayalini gördüğü olur, yaşamına devam eder. Marcus'un dönüşünü bekler, yaşamın sunduklarına tamamen açık olduğu için ihtimaller onu yıkmaz, her şeyi ağırbaşlılıkla kabullenir. Ölüm ailenin başına çöktüğü zaman da vakurdur, yaşamaya değer bir şeylerin varlığı her zaman yanı başındadır.
Yaşamın acılığına karşı sadece yaşayarak mücadele edileceğinin anlatısıdır bu. Kırılgan bir incelik, her an sorgulanabilir bir dünya. Kurduğu dünyada yenilgiye yer vermiyor Saroyan, yaşamın belirsiz çizgilerini görünür hale getiriyor, yaşamanın başlı başına bir zafer olduğunu duyumsatarak.
Fante'yi, Vonnegut'u ve Brautigan'ı anmışsın, muhakkak bakacağım. Şu blog benim için bir hazine, bir kere de hayal kırıklığına uğramadım daha senden tırtıkladığım kitaplardan ötürü :) Hikâye Avcısı'na o kadar bayıldım ki, gittim adamın bir kitabını daha aldım.
YanıtlaSil