Lessing'in anlatıcılığını seviyorum. Anlatıcı olarak anlatıcı iyi ama Lessing'in kendisini metne yansıtması da iyi. Sonradan kurgusal anlatıcıya dönüşümü kusursuz. Bu dönüşüm fark edilmiyor çünkü hikâyeyi o kadar iyi anlatıyor ki metinden parmaklarının ucuna basarak çıkıyor, kurmacadan sıyrılıveriyor. İlk öyküde hikâyeye nasıl başlayabileceğini söylüyor, bir zaman bir şehirde oturan bir adam ve başından geçenler. Bunu söylediği için böyle başlamadığını mı düşüneceğiz, hayır. İki başlangıç birden, paralel ilerleyecek. İlki hikâyenin doğal başlangıcı, ikincisi sis. Sisle başlıyor Lessing, uçağın kalkışını geciktiren sis. Doğal felaketlerin birkaç kişiyi bir araya getirmesi şimdiyye kadar kaç hikâyeyi paylaştırmıştır, düşününce dünyanın uğultusu bir an için diniyor ve anlatıların hikâyelerin heyecanından başka bir şey duyamaz hale geliyorum. Neyse, bir grup yolcu kahve içip vakit geçirmek üzere toplanıyor ve birbirlerinin hikâyelerini dinliyorlar, anlık bir parıltıyı paylaşıyorlar. Hemen araya sıkıştırıyorum, Miwoklar bir yere yayılan sisin insanı yakalayıp öte dünyaya çekebileceğine inanırlarmış, bu yüzden her birinin özel bir ıslığı ve karahindiba esansı varmış, öteye geçme tehlikesi taşıyanlar böylece birbirlerine destek olurlarmış. Bizde bunu hikâyeler sağlıyor, hikâyeler insanları bir arada tutuyor ve onları kolluyor. Bu Miwok meselesini Adam Johnson'ın George Orwell Arkadaşımdı kitabından çarptım, bir sonraki yazı o kitapla ilgili olacak. Neyse, esas hikâyeye gelene kadar yan hikâyecikleri dinleriz, herkes bildiği bir hikâyeyi anlatır. Hippilerin yaktıkları paralar, Roma'daki çeşmelere atılan paralar... Bir arınmadan bahsediyor Lessing, sanki parayla ilgili bir şey dinleyince veya okuyunca o nesneden arınmış gibi hissedildiği duygusunu anlatıyor ama son hikâye bu arınmayı sağlamayacak, dinleyicilere uzun süre düşünebilecekleri bir hikâye verilecek.
Bir Sokak Çeşmesinin İçinden... Öykünün adı. Paranın izini takip ederek İtalya'daki çeşmelere geldik, kahve içenlerden biri attığı paralardan ve diğeri de paraları toplayışından bahsettikten sonra o zamana kadar konuşmamış bir adam, yine İtalya'da tozun dumanın içinde havaya savrulan mücevherlerle ilgili bir hikâye anlatıyor. Ephraim bir elmas kesicisi, ailenin en "düz" çocuğu olarak aile işini sürdürüp elmas kesme işinde uzmanlaşıyor, ziynet eşyaları konusunda da ustalaşıyor tabii. Kırk beşine kadar bu işi yapıyor, evlenmeden ve başka hiçbir şeyle uğraşmadan. Sonra Mısır'dan çağrılıyor, Mısırlı bir tüccarın elmasını yontmak için. Tüccar, kızını Güney Amerikalı Paulo'yla evlendirmek üzere, kızına hediye edeceği elmas yüzüğün en iyi şekilde hazırlanmasını istiyor. Ticari bir evlilik; büyük ailelerin hanedanlaşması yolundaki araçlardan biri. Mihréne gayet normal bir Mısırlı kızdır ama Ephraim'in kalbine yerleşmiştir bir kere. Taktığı sahte incileri gören Ephraim, kıza gerçek inciler hediye eder. Kız, adamı unutur ve adam kızı hiçbir zaman unutmaz, memleketine döndükten çok sonra bile. Kız Paulo'dan vazgeçer, ailesinin onayı olmadan Carlos'la evlenir, İstanbul'da. Carlos politik bir figürdür, 1939'da memleketi İtalya'ya gider ve Mussolini'nin adamları tarafından öldürülür. Mihréne İtalya'da bir başına kalır, zorluklar içinde yaşar. Tesadüf olduğuna inanmam, Ephraim orduya yazılmıştır ve İtalya'ya giren müttefik ordularında görev almaktadır. Karşılaşırlar.
Sihri kusursuz yaratır Lessing: Mihréne acı dolu günler yaşarken Ephraim'i düşünür. "Hayatı boyunca, ondan başka hiç kimsenin kendisinden bir şey beklememiş olduğunu, kendisinden hiçbir şey istememiş olduğunu ve hiçbir zaman ciddiye alınmadığını düşünüyordu." (s. 16) Ephraim'in verdiği incileri saklar, satmaz. Kaos ortamında, savaşın her kötülüğe ve dehşete açık kakofonisinde aç kalmasına rağmen hayatındaki tek değerli şeyin o inciler olduğunu düşünür. Ephraim'se kendisini İtalya'ya getiren yol boyunca kız için sakladığı mücevher parçalarını korumak pahasına diğer askerlerin alaycı sözlerine katlanmıştır. Karşılaşma anında kızın aç olduğunu ve incileri satmadığını görünce delirir. Küçük, zengin bir orospu olduğunu, aptal olduğunu haykırır, incinin kızdan daha önemsiz olduğunu söyler ama kız için o incinin değerini biliyoruz. Adam, yiyecek bir şey yerine mücevher getirdiği için sinirlenir ve mücevherleri açlıktan ölmek üzere olan insanların üzerine savurur. "Daha o zamanlar bu hikâye efsaneleşmemişti: şehre bir asker geliyor, açıklanmaz bir biçimde çeşmenin içinden bir hazine çıkarıyor, sonra bir kral ya da sultan gibi bunu havaya saçıyor." (s. 23)
Anons yapılır, yolcular uçağa çağrılır. Hikâye burada kesilir, anlatan adam Ephraim'i elli yıldır tanıdığını söyleyerek noktayı koyar. Bir hikâye sonuçta, bitmesi normal ama öyle bir büyünün sözcüklerinden oluşur ki dinleyen kişi/anlatıcı, bir gün hikâyede bahsi geçen kişilerle ve nesnelerle karşılaşacağını düşünür. Bir hikâye, gerçekliğini yaşamdan yansıtabilirse, en azından bunun olabilirliği sezdirilirse sınırı aşar ve gerçekliğin bir parçası haline gelir. Ya da tam tersi. Kurmacayla gerçeklik arasında pek bir fark olmadığını düşünüyorum.
Pek Sevimli Olmayan Bir Hikâye, tek eşlilik ve ilişkiler üzerine.
İki erkek, ikisi de doktor. Yakın arkadaşlar. Evlenirler, eşleri de yakın arkadaş olur. Dört kişilik tayfanın dostlukları yirmi yıl sürer, içlerinden biri ölene kadar. Asıl olay, birbiriyle evli olmayan kadınla erkeğin yirmi yıl boyunca fırsat bulduklarında sevişmeleri. Birbirlerine aşık değiller, içlerinden biri böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalıyor ama diğerinin telkiniyle grubun dışından birine aşık oluyor bu kez. Çocuklar doğuyor, evlilikler sarsılıyor ama dörtlü hiç ayrılmıyor.
Lessing, savaş sonrasında tanrının öldüğü fikrinin iyice yayıldığı bir dönemi anlatır. Ne ki bu bir sadakatsizlik öyküsü değildir, herhangi bir ahlaki kaygı yoktur. Karakterlerin edimleriyle yüzleşmeleri ve yaşamaya devam etmeleri, anlatılan sadece bu. Çağın toplumuna batırılan iğnelerden bahsedebiliriz belki; duygu yoksunluğu yaşayanlar için televizyonların büyük bir yenilik olduğundan bahsedilir, bir şey yaşamak için bir şey yaşamanın sürüklediği duygulardan bahsedilir. Travma zamanlarında hayatta kalabilmenin cinsellikle bağlantısı, mesele bu.
Evlenmeyen Adamın Hikâyesi ilk öyküdeki sihri taşıyor. 1930'ların ilk yıllarındaki ekonomik çöküşün yersiz yurtsuz insanların sayısını çoğalttığı fikriyle başlıyoruz ve adamımızla tanışıyoruz; o bir gezgin. Güney Afrika'nın genişçe bir alanında yürüyor, evlere konuk oluyor ve ortadan kaybolduktan sonra teşekkür mektubu yolluyor. Eski eşlerine de yolluyor bu mektuptan; anlatıcının birbirini tanımayan insanların ortak yanlarını bulması bu mektuplar sayesinde gerçekleşiyor, terk ettiği karısına kim teşekkür mektubu yollar ki? Kadınlar, adamın yakışıklı olduğunu söylerler, içlerinde adama karşı öfke yoktur ama adamın terk ediş biçimi kalplerini kırmıştır. Adamın neden öyle davrandığını, neden "yerlileştiğini" ve beyaz insanlardan çok yerlilerle takıldığını en sonda görürüz; adam sadece özgürlüğünü sürdürmek ister. Kadınların taleplerinden bıktığı noktada gider, bu kadar basit. Perdeler, evler, araçlar, yemekler, özgür olunacak zamandan çalan her türlü istek, adam için gitme sebebidir. Katlanamaz, anlamsız tüketimlere karşı sabrı yoktur. Sevdim ben bu adamı, şuyu ve buyu olmayıp bundan ötürü şikayet eden kadınlarla yaşamaktansa yollara düşmek en iyisi.
Ağır topları incelemedim, Jack Orkney'le ilgili öykünün adı, Can'ın bastığı kitaplardan birinin adı olmuş. Bence mutlaka alınmalı, Lessing'in öykü dünyası büyüsünden kanatıcı gerçeğine kadar pek çok nitelik taşıyor ve daha da iyisi; bunlar birbirini zayıflatmıyor, keyif alınacak bir üslup doğuruyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder