8 Haziran 2018 Cuma

Johan Daisne - Bir Gece... Bir Tren

Haken bizi uzun süre keser derken bir de Earthside çıktı başımıza. Tamam, kafa şişmesi eşiğini aşalı çok oldu ama deli gönül eski günleri arıyor bazen, hatta normal arayışın ötesine geçip iki kafa sallatarak boyuna ağrılar sokturuyor. İşte Earthside böyle bir mevzu. Gönüllerine sağlık?


Bunu dinliyordum, yazılacak şeyler var deyip yerimden kalktım. Uyumam gerekiyor ama uykum varsa da yok.

Stephen Graham Jones'un Melezler'i dün gece bitti, hastanede iki büklüm kıvrıldığım ikili koltukta, sabahın dördünde sanırım. Anneanneme kan veriliyordu, annem koltukta uyukluyordu, abimi uyusun diye eve göndermiştik, ben de hava almak için dışarı çıktığımda oralarda dolanıp Kartal'a yeni dikilen gökdelenlerin arasından Kayışdağı'nı görmeye çalışıyordum. Saat ilerledi, kitap bitti, çantama bir göz attım. O da nesi, Bir Gece... Bir Tren derinlerden bana bakıyor. "Gel bakayım sen şöyle," dedim, bir saate yakın bir sürede onu da iyi ettim. Sonrasında hava aydınlandı, metroya bindim, Küçükyalı'da indim, eve yürüdüm, abimi uyandırıp duş aldım, yallah çocuklara karne vermeye. Şimdi sıfır uykuyla bir şeyler anlatmaya çalışacağım ama olmayacak muhtemelen. Neyse, bu da böyle bir şey olsun.

Daisne 1912 yılında Belçika'da doğmuş, 1978'de ölmüş. Büyülü Gerçekçilik türünün öncülerinden biri olduğu kabul ediliyor. Kütüphane müdürlüğü, Almanca öğretmenliği gibi işlerde çalışırken eserlerini kaleme almış. Bu anlatı 1968'de sinemaya uyarlanmış, izlemek şart oldu. Alef de umarım gerisini getirir, Daisne'nin girift olmayan, sihirli bir anlatımı var. "Kara karnaval" diyeceğim, gecenin tüm olanaklarına açık. En azından karakterler açık. Okur da açıksa bu iyi bir novelladır kanımca, etkileşim anlatıyı derinleştirir. Ben çok derinlerde bir yerde bulunması gereken kurmaca-gerçeklik farkının kodlarını taşıyan akli melekeyi zamanın birinde yitirdiğim için her anlatıyı kurmaca kabul etmemin yanında yaşamı da kurmacaya dahil ediyorum. Adım gibi biliyorum ki tam arkamda Kaku'nun dediği gibi "kuantum çorbası" yüzüyor, biçim kazanmak için algılanmayı bekliyor. Her neyse, gecenin gerçekliğini baykuşlara sorabilirsiniz. Onlar bilir.

Gözlerini açtığında kompartımandaki bütün yolcuların uyuduğunu fark ediyor anlatıcı. Daha en baştan bir çeviri hatasına kurban gidiyoruz ya da nelerin döndüğünü, biraz çakallıkla anlıyoruz. Tığ işine gömülmüş bir kadın var ortamda, herkes uyumuyor yani. Anlatıcının gözlerini açması, kendisinin de uykuda olduğunu belirtiyor olabilir, uyanık haldeyken göz kırptığı anlamına geliyor olabilir, uyarılara açık olacağız. Kompartımandaki nesnelerin ve insanların aktarımından mekân oluşturma çabasına girildiğini anlıyoruz, ayağın sağlam basılacağı bir zemin olmalı. Tığ kız, yanında gençten bir adam, ahşap oturaklar, biraz irice anlatıcımız ve yanına oturan bir diğer irice adam. Bahsi geçen her şeyin özellikleri kısaca anlatılır; huzursuzluğun izini taşıyan yüzler, loş ışık, uyuyan insanlar. O yana uğursuz bir şeyin geldiğini düşünebiliriz. Pencereden görülen manzarayla yer isimlerini bir araya getiremiyor anlatıcı, hayalperest bir doğa hayranı olmasına bağlıyor bunu. Bir müphem nokta daha. Kasıtlı olarak yaratılır; anlatıcı orta yaşlarda bir yazardır ve gergin ruh halini bir aydınlık olarak görür. Kahve, masa, kağıt, kalem ve tedirginlik, yazarın ihtiyaç duyduğu şeyler. Bahar mevsimini bu yüzden sevmez, yeniden doğuşun yükü ağır gelir. Onun mevsimi sonbahardır.

Öğrencilerinin edebiyat dersine ilgi göstermediklerini düşünerek sıkıntı derecesini artırır. Nesil farkı devreye girer; anlatıcı için edebiyat romantik dışavurum demektir, "günümüz gençleri" için sıkıcı bir şey. "Belki de modern hayat hakikaten hayatın kendisinden daha zengin bir tedarikçidir." (s. 15) Bu savın doğru olmadığını ilerleyen bölümlerde göreceğiz, hayatın kendisi -olaylardan yola çıkarak söylersek- heyecan tedarikçiliğinde hâlâ bir dünya markasıdır. Atalet yasası da bununla alakalı olarak anlatıda yer alır; söz ağızdan çıkmadan hareket etme çabası gösterdiği için sözcüklerle daha baştan kurulmuş dünyaların uyum gösterip göstermemesine göre iletişim kurabildiğimizi düşünebiliriz. Yüz sekiz kez andım burada, bir kez daha anayım; Pirandello ve Ionesco bu iletişmeyi ve iletişememeyi müthiş işlerler. Herkes sözcüklerine kendi anlamlarını katar ve sonuçta kimse anlaşamaz, kimse birbirini tam olarak tanıyamaz. Sözcükler aynı anda, aynı biçimde çıkarak aynı davranışlara ve düşüncelere yol açarsa, belki. O kadar zor bir şey ki bu.

Denklik. Mucizedir aslında. Şu yaşıma kadar herhangi birine denk geldiğimi bilmiyorum, farklılığın acısı hep çekiliyor. Denk gelenler? Onlar için büyülü bir dünyanın kapıları aralanır. Küçük bir mutluluk büyür, ortak bir kurgunun keyfi çıkarılır. Bu duyguyu yaşamak isteyen adamımız, sigarasını yakmak için ateş aramaya başlar ve yanındaki beyefendiden ateş ister. Beyefendi -adı Hernhutter- profesördür, anlatıcının denk gelebileceği bir insan. Saatlerinin altı buçukta durduğunu görürler, uyumaya başladıkları zaman. Baştaki şüpheciliğimizin bir yerlere vardığını seziyoruz. İkisi de olağanüstü bir anı yaşadıklarını düşünmeye başlar. Bir üçüncü eklenince kadro tamamlanır: Val. Genç bir öğrenci, tren arıza yapınca diğerleriyle birlikte iner ve hareket zamanı geldiğinde trene binmez, diğer ikisiyle birlikte uzaklardaki ışıklara, köye doğru yürümeye başlar. Gece yolculuğu, bilinmeyene doğru. Bulmak için kaybolmak gerekiyor, artık neyi arıyorlarsa. Biliyorlar gerçi; saatlerin neden durduğunu, üçünün de uyumadan önceki son düşüncelerinin neden benzer şeyler olduğunu, onları bir araya getirenin ne olduğunu arıyorlar. Hayatı kucaklayışlarında buluyorlar cevabı, başlarına ne gelirse gelsin yaşamayı seviyorlar ve daha ilerisini görmek istiyorlar. Yürüyüşleri, karanlığın kalbine atılışları bu yüzden.

Girdikleri ilk evde bir ziyafete denk gelirler. Çeşit çeşit insan, bin bir türlü eğlence, curcuna. İnsanların konuştukları dilleri bilmezler, Babil dili. Hiçbir şekilde mantıklı bir iletişim yok. Val'in konuşmaya çalıştığı kadın sadece gülümser. Herkes birbirine benzer, halktan olanlar ve zengin olanlar arasında pek bir fark yoktur. Zaman akmaz, zamanın uğramadığı bir evde sonsuza kadar sürecek bir şenliğin orta yerinde kalırlar, yüzler eğretilir ve melek yüzlerine benzer. Aslında son derece tanıdık bir yerdedirler ama düşüncelerinin denkliğinden duydukları heyecan, gerçeği görmelerini engeller. Val, gitmesi gereken yeri hatırlar hatırlamaz oradakilerden birinin yakınlardaki tramvaydan bahsetmeye çalıştığını anlar, iki arkadaşını gitmeye ikna edemese de kendisi oradan ayrılır. Gerçeklik yırtılmaya başlar, garip görüntüler dalgalanır ve anlatıcı "uyanır", yanındaki hemşireye neler olduğunu sorar. Kaza. Profesör yanında yatmaktadır, yaralıdır ama yaşıyordur. Val'in ölmesi kendi tercihi gibi gelebilir, belki gizemin bir adım ötesini öğrenmek istediği için aslında ölüm kararını kendisi vermiş olabilir. "Aklımdan belli belirsiz, 'Bu ölü bizi ayırıyor mu yoksa birleştiriyor mu?' diye geçirdim." (s. 77)

"Büyülü gerçekçilik klasiği" olarak geçiyor, karar okurun. Okunmalı, diyebileceğim tek şey bu. Bir de Snarky Puppy dinlenmeli. Böyle bir şey yok. İstanbul'a tekrar gelmeliler. Uykum kaçtı yemin ederim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder