25 Kasım 2018 Pazar

Carys Davies - Kuytu

Ishiguro'nun yeni bir metni yayımlanana kadar Davies'le özlem giderilebilir. Ishiguro'nun gizemi Davies'te var; karakterlerdeki boşlukların nereye kadar uzandığını görebilmek için öykülerin oldukça dikkatli bir şekilde, belki tekrar tekrar okunması gerekiyor. Özellikle nispeten uzun olanların. Davies'in özgünlüğü, kısa öykülerinde de bu bilinmezi yaratabilmesinden doğuyor. Benimkinden Farklı Bir Kâbus'a bakarsak anlatıcının giden birinin başına gelebilecek felaketleri sıraladığını görürüz. Anlatıcı için önemli bir insan için duyulan kaygı önce kıvılcım halinde görülür, sonrasında büyük bir yangına dönüşür ve daha da kötüsü, gerçek bir yangındır bu. Gidenin pasaportu kaybolabilir, ıslak mendilleri tükenebilir, başına pek çok talihsizlik gelebilir; uçağının dağlara çakılıp ateş topuna dönüşmesi de dahil. Sıraladığı felaketlerden sonra olayın pek de öyle gerçekleşmediğini anlarız, olasılık bir anda gerçeğe dönüşür; olaya şahit olan bir adam uçağın başına geleni farklı bir kâbus haline dönüştürür. Beklenmeyen bir son, anlatıdan yola çıkarak öngörülebilmesi zor. Davies bu "beklenmeyen" üzerinden kuruyor öykülerini ama sadece merak unsurunu ön planda tutarak yapmıyor bunu; karakterleri biçimlendirişi, doğanın kalbinde yaşayan karakterlerinin yalıtılmışlıkla birlikte edinebilecekleri kişiliklerini imlemesi ve benzeri pek çok teknik, tipik bir anlatıdan uzaklaştırıyor öyküyü. Kötülük Perisi'ni de azıcık anlatmak isterim. Lenny, gözünün ucuyla hemen yanındaki kıza doğru bakıyor ve kızın yaşamını hayal ediyor. Hostel. Kızın pek uğraşmadan hazırladığı bir yemek. Yemeğin ortak alandaki pis buzdolabına konması. Duş. Kızın bir türlü ısınamaması. Bir anda ortaya çıkan bu kızın yaşamı yediği yemekten giydiği elbiseye kadar kuruldu, siyahlar içindeki kız böylesi bir dikkatle kurgulandığına göre öykü için önemli bir parça. Neden? Bir düğünde bulunulduğunu, Don'un evlendiğini ve Lenny'le siyahlı kızın orada olduğunu öğreniyoruz. Sonrasında Lenny düşünüyor, siyahlı kız Don'un kırıklarından biri olabilir, bir ruh hastası olabilir, iş arkadaşı olabilir. Eline geçirdiği pastayı Don'a doğru fırlatan siyahlı kızı durdurmuyor Lenny, içinden gelen dürtüye engel oluyor ve otuz beş yaşındaki oğlunu kurtarmıyor. Yaşı ve akrabalığı araya sıkıştırıyor Davies, havada uçmakta olan pastanın imajını gözden kaybettirmeden. O sırada düşünüyor Lenny, bu kıza dikkat etmesiyle başlayan süreç, hayatının ne kadar boş olduğunu anlamasıyla sonuçlanıyor. Hayalinde kızı elinden tutuyor, kaçırırcasına taksiye bindiriyor ve şoför, "Nereye hanımlar?" diye soruyor. Bu öykü rahatlıkla atölyelerde falan okutulabilir; bir insanın bir diğerini gözlemlemesi üstünden adım adım kurulan bir öykü dünyası var, iki buçuk sayfalık. Taşıdığı yoğunlukla roman okumuşa döndürüyor insanı. Muazzam bir iş.

Yüz Kitap bir süre sessiz kaldıktan sonra yeni sezonu -doğru bir tabir mi bilmiyorum, sezon denir herhalde- şimdilik iki kitapla açtı. Biri Kuytu, diğeri Tabiata Giden Bütün Yollar. Bu ikincisini de en kısa zamanda okumayı düşünüyorum ama bir süre daha bekleyecek sanırım. Bu ay kitaplara 1000 TL verdim şimdiden, motosikleti önümüzdeki sonbaharda ancak alabileceğim bu gidişle. Neyse, bir iki kitap haricinde bastıkları her şeyi -çocuk kitabı olup aslında pek de çocuk kitabı olmayanlar dahil- okudum, o iki kitabı da dünyadan acil çıkış yolu olarak saklıyorum. Hangi kitabın nerede, ne zaman gerekeceği hiç belli olmaz. Galler yöresinin havasını almak istedik mesela, hemen bir Davies öyküsü okuyunuz. Köyler, yemyeşil tepeler, kente taşınmış insanların arkada bıraktığı diğer insanlar ve boş evler, her şey var. Örneğin Sessizlik adlı öykü. Henry Fowler tepede bir yerde tek başına yaşıyor, cılız bir adam, kara kuru bir şey. Susan Boyce'a aşık, kadını aklından çıkaramıyor. Susan ve kocası Thomas kısa bir süre önce doğanın orta yerinde bitmişler, Henry kadına tutulmuş, kadın Henry'yi görmek istemiyor hiç, çünkü adam korkutucu, meczupvari. Ne oluyor, bu doğurgan doğanın ortasında Susan doktora gidiyor, kız kardeşine mektup yazıp onu yanına çağırmayı düşünüyor ama kardeşin gelmesi bir yılı bulur, kasabada rahip olmasını diliyor ama yok. Elimize kodlar geçti, düşünmeliyiz. İlahi bir yardım gelmiyor, doktordan bir yardım gelmiyor, civarda Susan'a yardımcı olacak kimse yok, Thomas da iş gereği evden uzağa gidiyor çoğu zaman. Susan açısından durum bu, Henry'ye bakalım. Thomas'ın evden ayrıldığını görür görmez kadının evine gidiyor, kadın istemeye istemeye kapıyı açıyor ve bir şey ikram etmek için hazırlık yapıyor. O sırada soyunuyor Henry, tutkudan gözü kör olmuş bir halde. Kadın çığlık atıyor, Henry utanıyor ve giyiniyor, evden ayrılmak üzereyken son bir kez dönüp kadına bakıyor ve Susan'ın soyunduğunu görüyor, çukuru kazmak için yardım istiyor Susan. Burada düğümü öykünün sonunda çözüyor Davies, anlatının başlarında pek açık etmediği bir gerginlik yaratıyor Susan için, böylece karakterin neye cüret edebileceğinin sinyallerini veriyor ama finale kadar merak da duyuruyor okurda. Aslında imrenilen o yeşilin bir cehenneme dönüşebildiğini de görüyoruz, karakterin gözlerinden görülen ve delicesine istenen şey nasıl bir çıkmaza yol açtığına şahit olmak etkileyici. Davies Galli zaten, doğup büyüdüğü coğrafyayı öykülerinin planına şahane oturtuyor. Sadece kırsalın değil üstelik, kentin de dinamiklerini ve yol açtığı gerilimleri iyi biliyor ama bir tane daha kırsal yöre öyküsünden bahsedeyim, kent sonra. Commercial Yokuşu yine bir teknik harikası bence. Hikâye oldukça klişe ama zaten her şey klişe, anlatım biçimi yaratıyor farkı. Bir söylence anlatılırmış gibi başlıyor öykü, anlatıcının dedesiyle anneannesi arasındaki ilişki. Tanışmaları, evlenmeleri, bir şeyler. Dedenin kavuşamadığı aşkı, sonrasında eşinden olan çocuklarını seven bir babaya dönüşmesi, tipik bir aile hikâyesi aslında. Mesele, dedenin kavuşamadığı kadın döndüğünde ortaya çıkıyor. Sayılıp dökülen akrabalar, olaylar, her şey öykünün sonuna hazırlıyor okuru. Spoiler vermek istemiyorum, en azından bu öykü için. 45 Years'ı izlediyseniz filmdekine benzer bir durumla karşılaşacağınızı söyleyebilirim.

Yoldakiler için yargılayıcı bir şeyler söylememeye çalışacağım. Davies yine belirsizliğin orta yerinden başlatıyor öyküyü. Sibirya'da han benzeri bir mekandayız, mekanın sahibi Birmingham'dan gelen bir kadın. Yardımcısı Pyotr, kadının kar kış ortasında mekanı işletmesine yardımcı oluyor. Kamyon şoförleri, oradan geçmekte olanlar, insanlar gelip gidiyorlar. Kadının neden Sibirya'da bir mekan işlettiğini bilemiyoruz başta, anlatı ilerlerken eşkıya tipli bir adamın mekana gelmesiyle merakımız hemen başka bir yöne kayıyor, adamın bir terslik çıkarmasından çekiniyoruz. Kadın, eşkıyanın kullandığı kızağa bakınca bir şeklin kızağın üzerinde durduğunu görüyor. Bir kadın, soğuktan donmak üzere ama öylece duruyor, içeri girmiyor. Eşkıyayla arasındaki ilişkiyi yine bilmiyoruz, adım adım ilerleyerek öğreniyoruz ki adamın eşi ve içeri girmeyi reddediyor, kavga ettikleri için. Bir süre sonra soğuktan ölüyor kadın, adamla yol konusunda tartıştığı için inat edip içeri girmemesinin sonucunda bir nevi cezalandırmış oluyor adamı. Mekan sahibi kadın bu olayın sonucunda kocası Geoffrey'i hatırlıyor, yol bulma konusunda ettikleri kavgaları, nihayetinde Sibirya'ya kaçışını hatırlıyor ve ertesi gün geri dönme kararı alıyor. Yargılamamaya çalışacağım kısım bu. Her tartışmadan sonra eşinden nefret ettiğini söyleyen -içinden söylüyor ama ne fark eder, nefret ediyor işte- bir kadının ölümle yüzleşir yüzleşmez geri dönmek istemesi... Bilemiyorum, belki biraz daha uzatılmalıydı öykü, Geoffrey'le yaşanan güzel şeyler de hatırlanmalıydı belki. Yani bu da bir aksama değil aslında, tercih. Tekinsiz ortam, eşkıya tiplinin yarattığı korku falan, çok başarılı.

Anlatmak istediğim birkaç öykü daha var ama yeter, gizemleriyle kalsınlar. Yani ne desem, alın ve okuyun. Çok çok başarılı, kendimce öyküler üfürdüğümden bana da sıkı bir ders gibi geldi aslında.

Nick Drake'e döndüm bu akşamlığına, Davies'in öykülerini tarayıp aldığım notları incelerken dinleyesim geldi. Sonra yine aynı yere döndüm; Drake'i birazcık eşeleyenler Jackson C. Frank'e ulaşabilirler. Ne diyeyim, benim için ölmeden önce yapılacak tek bir şey var, o da Jackson C. Frank'in biyografisini edinip Türkçeye çevirmek ve basacak bir yayınevi bulmak. Düşününce başka da beni heyecanlandıran bir iş yoktur. İki şarkı bırakıp bitiriyorum. İlki Nick Drake'in çalıp söylediği bir Jackson C. Frank şarkısı. Drake'ten başka Bert Jansch, John Renbourn, Simon & Garfunkel, White Antelope falan da yorumlamış. This Is Us'ta da kullanılmış bu şarkı. Çünkü çok güzel. Çok. İkincisi de benim için şarkıların şarkısı, dinlediğim en güzel şarkı, şiir, neyse artık.


2 yorum:

  1. Merhaba, Kuytu bu aralar en çok sevdiğim öykü kitabı, bir sorum olacaktı okuyan biriyle tartışabilmek adına, commercial yokuşun sonunda canım benim dediği kızı mı kavuşamadığı sevgilisi mi? Çeviriden kaynaklı bir anlaşılmazlık mı diye orjinalini aradım uzun süre ama bulamadım.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Selam, ben sevgilisi olduğunu düşünmüştüm. Onca yıldan sonra, "Canım benim," diyerek yanına gitmesi, sonrasında ortadan kaybolmaları falan çok etkileyiciydi. Öykünün başında -yanlış hatırlamıyorsam, bakmaya üşendim şimdi- adamın gittiği söyleniyordu.

      Sil