Yankı Yayınları'ndan elimde birkaç kitap var, Duras'nın Parkta'sı, Tahsin Yücel'in şimdi hatırlayamadığım bir şeyi ve birkaç şey daha. Kemal Demirel adı da pek yabancı gelmiyordu, biraz bakınınca Piyano Piyano Bacaksız'ın arkasındaki asıl isim olduğunu gördüm. Evimizin İnsanları adlı metninin sinema uyarlaması olan bu film yeterince biliniyor ve seviliyor, o tamam da Kemal Demirel'le ilgili pek bir şey yazılıp çizilmemiş. Elimde YKY'den çıkan denemeleri var, yine pek bir şey söylenmemiş. Demirel'le ilgili pek bir bilgi yok ve bu beni delirtti. Yazdığı oyunlar ABD'de sahnelenmiş, Yunancaya çevrilmiş, metinleri televizyonda ve beyaz perdede görünmüş, Sevmek Zamanı gibi olağanüstü bir filmin -Müşfik Kenter'i o filmi izledikten sonra bildim, reklamlardaki seslendirmelerinden öte- senaristi olmuş bir adam ve yok sanki, gerçekten hakkında hemen hiçbir şey yok. YÖK Tez Merkezi'ne bakıyorum, yine bir şey yok. E ne yapıyorsunuz arkadaş siz, monografiden ve yaşamı-sanatı-eserleri üçgeninin konfor alanından çıkmıyor musunuz, bu ne suikast, en sükutundan? Tez araştırıla, Kemal Demirel okurlarca biline. Kendisinin Yankı Yayınları'nı kuran kişi olduğunu da söyleyerek bu bahsi kapayayım.
Odama yapraklar düşüyor bu arada, penceremin önündeki ağaçlardan. Bu ağaçların dikildiği zaman çocuktum, can suyu verilirken oradaydım, apartmandan çekilen hortumla birbirimizi ıslatıyorduk arkadaşlarla. Ben de bunları bir şekilde tez yazmalıyım. Neyse, Demirel'in öyküleri. Demirel kendi parmaklıklarını özenle yaratmış, öykülerin her birinin kendine özgü bir sesi, dünyası var. Karanlık dünyalar. Yıldırım Keskin'in öykülerine benzer büyülü durumlar var, Samarakis'te de benzerleri vardı, Bloom mu diyordu üçüncü dünyada yazılan metinlerin çoğunun bir nevi baskıcı rejim alegorisi olduğunu? Zamanında bayağı tartışılmıştı bu görüşü doğuran konu, Adichie'nin karşı argümanları falan çok sağlam bir eleştiri getiriyordu mevzuya ama çok dağıttım, toparlıyorum, şuraya meselenin bir özetini bırakıp öykülere dönüyorum. Özel Cezaevi, kitaba adını veren öykü. Diyalogla başlıyor, anlatıcıyla ikinci veya kaçıncı olduğu bilinmeyen kişiliği, belki bir arkadaşı arasında geçen diyalogdan anlatıcının özel cezaevine girmesinden çok önce yazılmış bir öykü olduğunu, anlatıcının hikâyesiyle o öykünün birleşeceğini, böylece yepyeni bir anlatı oluşacağını görüp tamamen anlatıcıya dönüyoruz, diğer kişi ara ara karşımıza çıkıp diyalog kuracak ve anlatıyı biçimlendirecek.
Anlatıcı işinden ayrılıyor, kendisini bir yerlere sabitleyen bağlardan kurtuluyor ve birini bekleyen bir kız üzerinden geçmişiyle hesaplaşıyor, kaçırdığı onca şeyi düşünüp kendi kendine avunuyor, artık cezaevine gidebilir. Yola çıkmadan önce bir arkadaşına rastlıyor, arkadaşı onu gitmekte olduğu adliyeye götürüyor. Anlatıcı için adaletin simgesinin gözlerinin açık olması gerektiğini görüyoruz, her şeyi bilen bir gözün teraziye veya tarafsızlığa ihtiyacı yok, zaten kararlar doğru olarak alınacağı için erdemli bir insan adaleti sağlayabilir. Sonrası cezaevi, hatta zindan. Gereken parayı toparlıyor anlatıcı, altı aylığına kitap bile okuyamayacağı bir hücreye giriyor. Yalıtılmışlık. Uyarılmanın neredeyse hiçe indirgendiği bir ortamda yatağın uçması, parmaklıkların biçim değiştirmesi, anlatıcının tek hücreli bir canlı olarak yaşamaya başlaması, her şey mümkün. Amaç bir anlamı bulmak, anlam arayışı hiçbir şeyin ortasında da sürüyor, bir nevi logoterapi. Diyaloglardan birinde anlatıcının kendini kapatarak yaşamdan kurtulabileceğini düşündüğünü öğreniriz, gerçekleşmeyen bir hayal. Sonuçta altı ay dolar, zaten kilitli olmayan kapıdan -Auster'ın metinleri arasında gezinen bir metninde de kilitli olmayan kapının aslında tutsak olmayışı imlediğini hatırlıyorum- çıkan anlatıcı, yağmur altında yürürken iki ölüyle, iki çukurla ve ölüleri çukura sokacak insanlarla karşılaşır. Ölüm karşısında son anlam kırıntısını yakalar, "yakan ışığa uçan kelebekler gibi" koşmaya başlar. Son.
Kukla nam öykü. Banliyö treninde unutulan bir paketin içinden çıkan kukla ele geçirilir ve anlatıcının çizgileri bulanıklaşır, iki anlatıcının diyaloğundan yaşamaya dair küçük bir mucize çıkar, anlam bir an için parıldar ve kaybolur. Son istasyonda kukla aynı poşete, aynı yere konur. Anlık bir büyü işte, şahane.
Karanlıkta Resim Yapan Adam'da bir adam ve bir adam daha var, Demirel'in tercihi. Resim yapan adam, diğerini atölyesine davet eder. Işık yoktur, karanlıkta yürürler ve tabloları incelerler. Davet edilen adam hiçbir şey görmez, bir resim dışında. Gördüğü resmi çok beğenir, ressam resmi adama hediye eder ve adam giderken arkasından bakıp görebilen bir kişinin çıkmasını uzun süredir beklediğini söyler. İnancını hiç kaybetmemiştir. Aslında her şey karanlıktadır; bir araya getirilen onca sözcük, fırça darbeleriyle biçimlenen onca resim, aydınlıkta bile karanlıktadır, görülene kadar.
Kunduracının Mavalı için Kurtarıcı'yı bekleyen kentlilerin Kurtarıcı'nın gelmeyeceğini öğrenmeleriyle kurtulmaları konulu bir öykü denebilir. Kunduracı'nın Zerdüşt rolü sağlamdır, kendisini dinleyen insanlara yaptığı açıklamalar bir şeylerden kurtulmayı bekleyen, atıl toplumu yeterince sarstı mı bilmiyoruz, yaptığı konuşmadan sonra Kunduracı basıp gidiyor ama şöyle sağlam bir sarsıyor dinleyenleri, kenti bambaşka bir istikamete sokup ortadan kayboluyor. Bir anti-peygamber olduğu söylenebilir. İyi adamdır, Tanrı'yla birlikte çoğu şeyin sınırlarını baştan çizmiştir.
Birkaç öykü daha var, onlar da pek sağlam. Özellikle Koltuk Destekleri için ne diyeyim bilemiyorum, bizdeki en sıkı öykülerden biri olabilir.
Kemal Demirel'in neyine rastlarsam okurum bundan sonra, kaçmamalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder