"Şöyle başlıyor." (s. 9) Başlangıç noktası, çocuğun saklandığı yerin keşfedildiği an. Bağırışlar ve silah sesleri geliyor, sonra saklanılan mekân tekmelerle ve dipçiklerle yıkıldıktan sonra koca göbekli, çırpı bacaklı ve sarı gözlü bir oğlan, çocuğu keşfediyor. Tokadı basıyor, çocuğu Komutan'a götürüyor. Bu koca göbekli çocuğun adı Strika, ailesi gözlerinin önünde katledildikten sonra hiç konuşmuyor, ağzından tek bir sözcük çıkmıyor, sadece verilen emirleri yerine getiriyor ve görevi yeni askerler bulmak. Çocuk biçilmiş kaftan, tek başına saklandığına göre ailesi parçalar halinde bir yerlerde kokuşuyor. Komutan'ın emirlerine göre çocuklara bir şans verilebiliyor ama yetişkinlerin şansı yok. Kendi askerlerinin bile yok; rüşvetle "teymen" olmuş zengin çocuğu bir adamının çuvallamalarını görmezden gelmiyor, adamı gerçek bir asker yapabilmek için, belki de sadece ölmemesini sağlamak için herkesin içinde azarlıyor, dövmekten beter ediyor. Çalıya çırpıya değil, erkek gibi yolun ortasına sıçılması gerekiyor, koşulların gerektirdiği bir şeffaflık. "Komutan Sah!" diye bağırıyor Teymen, "sir"ün "sah"a evrimi. Kendi aralarında konuştukları dil İngilizce, kendi dilleri bir tek esrime dolu danslarında görülüyor, o da pek sık değil. Çeviride bu detay verilmiş; Afrikalıların konuştuğu İngilizcenin çarpık, melez bir dil olduğu malum, yanlış sözcüklerin kullanımıyla ve anlatım bozukluklarıyla dolu, çocuğun konuşmalarında bu durum ortaya çıkıyor. Komutanın, "Kapasesini," diye bağırmasını o coğrafyada geçen filmleri izlediysek canlandırabiliriz, yoksa bir çocuğun yarım yamalak bildiği İngilizce olarak anlaşılıyor.
Agu -bizim çocuğun adı- komutanın yanına getiriliyor, komutana baktığı zaman mezarlık gibi bir ağızla karşılaşıyor. Çarpık dişler, kararmış diş kökleri. Kocaman bir adam, sert ama adil. Agu'dan adam öldürmesini istiyor, yoksa palayla tek vuruşluk canı gidecek. Teymen'e göre düşünmemek lazım, kafanın çürük meyvenin içine dönmemesi için. Komutan'a göre aşık olmak gibi bir şey. Hakkında düşünülemez, sadece yapılabilir. Birini öldürmenin aşka benzetilmesi ilginç. Bir açıdan aşık olmayı öğreniyor o zaman Agu; uygun adım yürüyüş, silah talimi, hepsi tamam, geriye bir tek birini öldürmek kalıyor. Komutan'ın tuttuğu el Agu'nun eli, Agu'nun tuttuğu el palanın eli ve Komutan eli kaldırıyor, pala kalkıyor, esir alınanlardan birinin kafasına iniyor. Bir süre sonra Agu kendisi kaldırıp indiriyor elini, adamın haykırışlarını duymuyor, sıçrayan kanı ve beyin parçalarını görmüyor, sadece metalin kemiği çatırdatışını duyuyor ve geriye çatırdayacak bir şey kalmadığı zaman palayı bırakıyor, kusmaya başlıyor, her şeyi korkunç bir parlaklıkla algılamaya başlıyor. "Bacağımın arasında sertleşiyorum. Âşık olmak buna mı benziyor?" (s. 27) Başkalarının aşık olma biçimlerine bakıyor, kesilen bir kolla kafasına vurulan insanları görüyor, bacağı vurulan bir adamın yerde sürüklenişini izleyen, bilim adamı havasındaki askerleri görüyor, hemen kendine yabancılaşıyor ve aklını bu yolla koruyor. Anılarını ortadan kaldırmak zorunda, daha fazla kafa parçalayabilmek için. Kötü bir çocuk olmadığını tekrar tekrar söylüyor. Asker olduğunu söylüyor, askerse yaptığı hiçbir şey kötü değildir. Savunma mekanizması. "Asker asker. / Öldür öldür. / Ancak böyle yaşarsın. / Ancak böyle ölürsün." (s. 29)
Askerliğe uyum sağlamadan önce son bir adım; son bir hatırlayış, sonra hiçbir şey kalmayacak. Anne, baba ve kardeş, köyde huzurlu bir yaşam. Baba öğretmen, Agu'yu İncil'le besliyor ve çocuğun ne kadar zeki olduğunu biliyor ama okula gitmesi için henüz erken. Agu okumak istiyor, doktor veya mühendis olup köyüne gelen beyaz derililer gibi sağlıklı, besili olmak istiyor. Beyaz derililer şişman, çok yiyorlar ve her zaman yiyecek bulabiliyorlar. Yerlilere yardım ediyorlar, onlar için kilise kuruyorlar, yiyecek getiriyorlar, sömürünün güzellemesi kusursuz bir şekilde yapılıyor. "Ama bu şeyler savaştan önce ve bir tek rüya gibi hatırlıyorum." (s. 33) Son bir hatırlayış olarak kalmıyor hiçbir şey, askerlerin besinsiz, susuz kalmasıyla zorlaşan yaşam anıları tutunulacak bir dal haline getiriyor, bu yüzden olayları anlatan Agu'nun metni çok daha sonra yazdığını sezebiliyoruz. Anılarla anlatının güncelliği iç içe geçiyor, fragmanlara ayrılmış bir zihni takip ediyoruz. Önce okul tatil ediliyor ve Agu'nun hayalleri suya düşüyor, sonra BM askerleri köye gelip insanları güvenli bir noktaya götürüyor ama Agu'yla babası kalıyor, köylerini savunacaklar, anneyle kardeş gidiyor. Askerler köye gelince savunacak pek bir şeyin kalmayacağını çok geç görüyorlar, belki biraz umutları varsa da medeni bir diyalog kurulamayacağını anladıkları zaman kapıları çoktan kırılmış oluyor. Babasının yediği kurşunlarla dans ettiğini görüyor Agu, "Kaç Agu!" haykırışını duyuyor ve kendini karanlık geceye atıyor. Anlatının sonların doğru, gerilimin zirvesinde.
İnsan öldürmeyi seviyor Agu, vücutlardan fışkıran şeyleri seviyor, kopan ve parçalanan kafaları seviyor, uyuşturucu çamuru seviyor, yağmayı seviyor. Kadınlara tecavüz edilmesini sevdiğini söyleyemeyiz, çünkü geri dönme ümidi hâlâ var ve annesiyle kardeşinin onu bir yerlerde beklediklerini biliyor. Diğer askerler için böyle bir ihtimal yok, onlar bir başlarına kaldılar ve kurtaracakları bir ruhları da yok. Hitler döneminin çocuklarını, çocukların oyuncaklarını hatırlıyorum; bir sürü tank, asker, uçak, sokaklarda kollarını kanat yapıp uçarak bombanın düşerken çıkardığı sesi çıkaran çocuklar, her şey korkunç bir karanlığın izini taşıyor. Asker çocuklar da tahtadan yaptıkları tüfeklerle birbirlerini vurma oyunu oynadıklarını hatırlıyorlar, aslında o masum oyunların içinde bugüne hazırlanmanın izleri mi var? Öldürmeye hazır olsalar da hiç olmaya hazır değiller, Komutan onlara hiç olduklarını sık sık hatırlatmasa kaçmaya çalışabilirler ama böyle bir şey olmuyor, Komutan son derece deneyimli bir asker ve insanları nasıl yönlendireceğini iyi biliyor. Bilmediği şey, tecavüz ettiği çocukların bir gün canını korumaktan vazgeçebilecekleri. Sonu böyle geliyor, Agu'nun tetiği çekip çekmeme kararsızlığı sürerken kendi adamlarından biri tarafından vuruluyor, açlığın katlanılmaz boyuta ulaştığı zaman. Çocuklara ne kadar adil, iyi davranırsa davransın askerlik mantığının onlara ulaşamadığı noktalar var, en azından Agu'ya.
Agu'nun öldürmeyi sevmeye başlamasıyla birlikte Şeytan olarak görülmek istememesinin gerginliği metin boyunca sürüyor. Acıkan, susayan, annesini özleyen ve doktor olmak isteyen bir çocuk Şeytan olarak görülmemeli, aklında bu fikir var, basılan köylerde tecavüze uğrayan kadınları izlerken, kopardığı uzuvlarla uzuvların sahiplerine vururken, kopardığı kafaların yavaş yavaş sönen gözlerine bakarken bir yanı her şeyin rüyadan ibaret olduğunu söylüyor, sanki bir başkasının yaptıklarını izliyormuş gibi. Depersonalizasyonun kusursuz bir örneği. Zeki bir çocuk olduğu için kendi dünyasını kapayıp bir başkasınınkine geçiş yapabiliyor, hatta biraz Holden Caulfield tadı var, Onca Yoksulluk Varken'deki evladımızdan da esintiler alıyoruz, yazar Iweala zaten yazı çizi temelli bir iş yapıyor, muhtemelen bir üniversitede veya kolejde yaratıcı yazarlık dersi veriyordur şimdi. Her neyse, tecavüz bölümlerinde aslında izlediği veya izlemek zorunda bırakıldığı eylemden kendisini soyutlayıp hatıralarına dönüyor, biraz buradan yırtıyor aslında, köyündeki dansları, arkadaşlarını, öğretmenini hatırlayıp ânın dehşetinden sıyrılabiliyor, iyi bir şey. Ölümden döndüğü son bölümlerde BM askerleri tarafından bulunup kampa götürüldükten sonra dehşet çoktan anılaşmış, bilince ve daha derinlere yerleşmiş oluyor ama unutulur bir hale geliyor, artık aşılabilir. Kamptaki psikolog yazmasını istiyor, ne yaşadıysa yazsın; ölen arkadaşlarını, Komutan'ı, babasını, her şeyi. Kurmacanın unutmaya bir faydası olabilir. Olur. Dönüştürülen her şey taşıdığı saflığı yitirir.
Gerçek bir dehşeti taşıyor bu metin, kurmacanın içinde bile gerçek. "Şimdi gece çok sessiz, çünkü o kadar açız ki ses çıkaran her şeyi yiyoruz." (s. 73)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder