Davetin sürdüğü bölüm önceki kitabın sonuna bağlanıyor, kendi yaşamının anlatısının yanında önünde açılan bu yeni dünyaya da derinlemesine bir bakış atıyor anlatıcı, ilginç benzetmeleri ve anlatıyı ansızın kesip olayların kendisinde yarattığı anlamları açıklayan paragraflar dolusu ruhsal çözümleleri sürdürüyor, üslupsal bir nitelik. Örneğin M. de Charlus'ün Jupien'e bakışını Beethoven'ın tekrarlanan motiflerine benzetiyor, iki karakterin bakışmalarını bir Doğu şehrinin göğüne benzeterek mevzuyu direkt egzotik, yabancı bir hale getiriyor. Merakından ötürü ikisini dikizlediğini de anlatıyor bir yerde, dükkanlardan birinde yan yana gelen ikilinin birbirlerine karşı nasıl davrandıklarını izlemek için sessizce vitrine yanaşıyor. Önceki kitabın sonunda değineceğini söylediği meselenin başlı başına bir cilt olarak ortaya çıkışı, anlatıcının davranışlarını, düşüncelerini ele geçiren hayretin ve anlamlandırma çabasının gücünü ortaya koyuyor. M. de Charlus'ün anlatıcıyı bir düelloya davet etmediği kalmıştı önceki kitapta, sebebini öğreniyoruz nihayet. Gönderdiği mektuplar anlatıcıya ulaşmayınca burjuva bir oğlanla gönül eğlendiremeyen adam, bir de Guermantes davetlerinde bu oğlanla karşılaşınca durumu gururuna yediremiyor ve anlatıcıyı bir kenara çekip haşlıyor, ta ki mektupların oğlanın eline geçmediğini öğrenene kadar. Bu mesele açıklığa kavuşur kavuşmaz M. de Charlus'ün bir "kadın" olduğunu anlıyor anlatıcı, Kentaur'un benliğindeki at gibi bir kadınlık, lanetlenmiş bir soyun temsilcisidir ve daha pek çok şeydir, yansımalarının haddi hesabı yoktur, anlatıcı uzunca bir inceleme ortaya koyar bu "tür" hakkında. Sonrasında bazı kıyaslama örnekleri ortaya koyar, Vaugoubertler bu kıyaslamanın nesneleridirler, karıyla kocanın rol değişimi eşcinsel ilişkilerdeki rol değişimlerinin incelendiği kısmın hemen ardından gelir, belki de karşı cinsler arasındaki ilişkide bile ilişkinin doğası gereği bu değişimlerin sıklıkla yaşandığı üzerinden eşcinselliğin pek de anormal olmadığı üzerine gizli bir söylevdir bu. Anlatıya girip çıkan onca soylunun, sosyetik şahsiyetin bir biçimde ana izlek etrafına yerleştirildiğini unutmadan her biri için bambaşka bir pencereden bakabiliriz, Proust anlatısını böylesi bir sıkılıkla, detaycılıkla örer.
Unutma ve uyku meselesi yine es geçilmemiş, anlatıcının fikirlerinden Bergson'un hatıra ve bilinç örüntüsüne pek çok teorik veriye rastlayabileceğimiz gibi işin pratik boyutu da mevcut; anlatıcının "seçilmiş" hatıralarını okuyoruz, inceliyoruz. Bergson'un her şeyin hafızada yer almasına rağmen her şeyin anımsanamayacağına dair fikrini anlatıcının kendi yaşamına uyarlayabiliriz. Bir anıyı geri getirmenin zorluğu veya kolaylığı bir yana, anlatıda bilinçli olarak atlanmış bölümlerin varlığını sezebiliriz, örneğin M. de Charlus'ün anlatıcıya ulaşma çabalarından sonrasını aralarındaki münakaşa ve mesele çözüldükten sonraki barış zamanları haricinde bilmeyiz, bu nokta karanlıkta kalmış. Bilinçli bir tercih veya bilinçsiz bir eylem. Bir anlatım tekniği olarak kullanılmış olabilir, zira anlatıcının şahit olamayacağı konuşmaları duymuş gibi aktarması, hatta okurlara doğrudan seslenerek kendisinin aslında yazarın kendisi mi, yoksa anlatıcı mı olduğu konusunda şüphe uyandırıp ortadan çekilmesi işi sadece belli bir aralığın tarihini aktarma çabası olmaktan çıkarıp ustalıklı bir kurmaca oyununa dönüştürüyor. "Ne olursa olsun, unutuşla hatırlama arasında bazı geçişler varsa da, bu geçişler bilinçdışıdır." (s. 1603) Hem bilimsel bir gerçek, hem de anlatının bütünü hakkında neyin anlatılıp anlatılmadığına dair bir ipucu. Bu konuda okurla tek taraflı bir tartışmaya bile girer anlatıcı/yazar, ya da her neyse. En sonunda kendisini ve anlatısını sorgulayanları son kez cevaplar: "Kusursuz bir hafıza, hafızaya ilişkin olayları incelemeye pek teşvik etmez insanı." (s. 1604) Piklere ve dip noktaların yansımalarına bakarak bir fikir edinebiliriz; salon yaşamı en ince detaylarına kadar gözlemlenmiştir, kişiler ve soyluluk dereceleri hakkında verilen ayrıntılara bakarak anlatıcı için bu tür bir sosyal çevrenin anlatıcının yaşamının en önemli zamanlarını geçirdiği toplumsal alan olduğunu söyleyebiliriz, hastalık anlarının yol açtığı düşüncelere bakarak dip noktalarını hastalık ve uykudan uyanma anları olduğunu söyleyebiliriz, anlatılması tercih edilenler ve edilmeyenler birbirini tamamlar. Bir önceki ciltte bahsi pek geçmeyen Swann'ın bu anlatıda ortaya çıkışı, Dreyfus Olayı'nın yarattığı bölünmenin Swann'ın Yahudi kimliği üzerinden biçimlenmesi ve kendisinin davetlere çağrılıp çağrılmamasının bu kimlik üzerinden belirlenmesi, bütün bir anlatının karakterler, olaylar ve anıların kusursuz bir biçimde birbirine eklemlenmesini örnekler.
Saint-Loup'nun pek bir etkinliği yok bu ciltte, sayfiye yerindeki anılarda ve başlardaki davette ortaya çıkıyor, amcası M. de Charlus'ün metresleri ve cinsel yaşamı hakkında verdiği bilgilerden başka kendisine rastlamıyoruz, bir de sonlarda ortaya çıkıp anlatıcının Albertine'i kıskanmasına yol açar. Amcasıyla olan ilişkisi üzerinden aile üyelerinin benzerlikleri ve farklılıkları konulu bir düşünce akışının da başlatıcısı olur, amcası gibi o da tutkularının peşinden gidip önceki ciltte gördüğümüz Rachel için bir dünya para harcar ve aşkından gözü hiçbir şeyi görmez, oysa anlatıcı Rachel'in kendisini bir altına sattığını görmüştür. Tutkuların insanın en büyük felaketi olduğunu söyler, hatta insanın doğruları ve yanlışları arasında bir yerde gidip geldiğini, insandan fazlasının beklenmemesinin gerektiğini söyler. Ne kadar erdemli olursak olalım, coşkulu bir yaşamın peşte getirdiği suçlar, pişmanlıklar ve yıkımlar olur. Bunları bir madalyon veya yük gibi taşırız, yolda bir yere bırakıp yenilerini edinene kadar. Bu bahsin hemen arkasından gelen bir bölüm var, anlatıcının onca insan arasında gidip geldiği sırada, ayyuka çıkan veya gizlenen ilişkileri derinlemesine incelerken bir anda -sanki hızını alamayıp- portakal suyunu anlatmaya başlıyor, portakal suyuna bir misyon yüklüyor, sanki bütün anlatı portakal suyundan doğmuş gibi hissediyor okur, portakal suyuna bunca önemin neden verildiğini anlamaya çalışıyor, portakal suyundan çıkarılan manayı metnin tamamına yaymaya çalışıyor. Portakal suyu. Pardon, suyun içine sıkılmış portakal: "Suyun içine sıkılmış portakal, sanki içtikçe, esrarengiz olgunlaşma sürecini, bambaşka bir âleme ait olan bu insan bedeninin belirli durumları üzerindeki olumlu etkisini, onu yaşatmaya gücü olmamakla birlikte sayesinde yardımcı olabildiği sulama sistemini, meyvenin duyularıma açıkladığı, zihnime katiyen açıklamadığı yüzlerce muammayı bir bana ifşa etmekteydi." (s. 1691) Bir tane portakal ulan. Yani böylesi duygulanımlarla dolu bir metni neresinden tutup da anlatayım bilemiyorum, şu kadar yazdım ama yüz sayfanın ötesine geçmiş değilim, o yüzden kısalttıkça kısaltma ihtiyacı hissediyorum, altını çizdiğim veya işaretlediğim onca yeri buraya almaya kalksam sabaha kadar yazmam gerekir.
Metnin asıl ağırlığını taşıyan bölümler sayfiyede geçenler bence; Verdurinlerin davetlerine katılan kişilerin apayrı dünyaları başlı başına bir cildi doldurabilecek ölçüde detaylı, bir yandan diyaloglardan çıkarılanlar var, diğer yandan M. de Charlus'ün Morel'le olan ilişkisi -nasıl sonlandığını bir başka cilde ertelemiş anlatıcı, bundan da bir cilt çıkarmıştır- ve katıldığı her davette ortamı şenlendirme şekli, büyükanne özlemi, ölümle hesaplaşma, anneyle olan ilişki, Albertine'den ayrılmaya karar verip onunla evlenme kararı alan anlatıcının değindiği konular. Nefesim yetmeyecek, ayıramıyorum hiçbir olayı, benden bu kadar.
Sanırım külliyatın en keyifli cildi bu, kalanlar da böyleyse şahane.
Şarkı Elbow'un has adamından. O kadar güzel bir şarkı ki sahile gidip dinleyeceğim birazdan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder