28 Kasım 2018 Çarşamba

Edmundo Desnoes - Azgelişmiş Bir Adam

Küba'ya konuşlandırılmış füzeler ABD'yi cehenneme çevirecekti ama olmadı. SSCB'yle Küba'nın yakınlaştığı uzun süredir biliniyordu ve ABD'nin istihbarat kanalları füzelerden haberdar olur olmaz JFK devreye girdi, Kruşçev'le anlaştı ve nükleer savaşın kıyısından dönülmesini sağladı. Tabii ABD'nin Türkiye'ye yerleştirdiği Jüpiter nam füzeler olmasaydı yaşananların çoğu muhtemelen yaşanmayacaktı ama oldu bir kere, kıyametin eşiğinden döndük. Öncesinde ABD ambargosu vardı, Batista'nın devrilmesinden sonra Castro başa geçmişti ve dış kaynaklı bütün yatırımları kamulaştırmıştı, ABD Castro'yu milyon kez öldürmeye çalıştıysa da başarılı olamadı ve yıllar sürecek ambargo başladı. Sonrasında füze krizi derken Küba yalıtılmış bir ülkeye döndü. İç kaynakların da kamulaştırılması burjuvaziye balyoz darbesi gibi geldi, herkes aynı sınıfta toplanmış oldu. Yurt dışına çıkmak isteyenler için hak verildiğini Felaketzedeler Evi'nden biliyoruz; Guillermo Rosales Kübalıların ABD'de, özellikle Miami'de çektikleri sıkıntıları anlatmıştı. Desnoes, Küba'da kalanların yaşadıklarını anlatıyor, kökü kazınan burjuvazinin tam kalbinden.

Küba'yla iletişim sınırlı, Miami'den her saat başı yapılan beşer dakikalık yayınlarla dış dünyada neler olduğunu öğrenebiliyor Kübalılar, izin verildiği ölçüde. Böyle bir ortamda Küba'ya giden Jack Gelber, bir ay içinde öğrenebileceğinden çok daha fazlasını öğrenmek ister ve Kübalıların yazdıklarına odaklanır. Desnoes'in metnini de bu arayış sırasında bulur, ABD'ye getirir. Söylediğine göre bu metin, ABD'de yayınlanan ilk Küba romanı. Öncesinde hiçbir etkileşim yok. Şöyle bir şey var çünkü: "ABD'nin Küba karşısındaki resmî tutumu, Arapların İsrail karşısındaki tutumuna benziyor: Böyle bir ülke yoktur." (s. 6) Korkunç. Devrimden sonra yazılan bu roman için "önemli bir ilk roman" diyor Gelber ve Desnoes'in hapse atılmadığını söylüyor. Hurdalardan yapılmış ve Castro'ya benzetilmiş bir heykel görmüş, ağzının olması gereken yere kaynana zırıltısı konmuş. "Devrimin ve devrimin sürekliliğinin en büyük desteği olan sanatçılar, onun kimi yanlarını eleştirebilmektedirler." (s. 7) Hoş. Epigrafa baktığımız zaman Desnoes'in kendi yorumunu görebiliriz. Montaigne'den bir alıntı; doğallığı sürdüren ve gelişimlerinde insan aklı payı az olan ulusları barbar olarak görmek. Estrado'dan bir başka alıntı; Latin Amerika'nın okumuş, zengin kişileri İngiliz düklerini andırırken halk hamallara benzermiş. Uçurum büyük, bu uçurum devrimlerle bir anda ortadan kaldırıldığı zaman cümbüşü seyreylemek için bu metnin okunması gerek. Yüzyıllar boyunca süren sınıfsal ayrımın ortadan ansızın kalkması, gündelik yaşamın gerçekliğini paramparça ediyor, bu parçalanmayı izliyoruz.

1973'te Sander basmış önce, Seçkin Selvi çevirisi. Bende Dost'tan çıkan 1987 baskısı var, Seçkin Cılızoğlu çevirisi. Aslında yine Seçkin Selvi. O sıralarda Tanju Cılızoğlu'yla evli olduğu için soyadı öyle. Sonradan tekrar basılmamış ama basılması lazım.

Şöyle bir şeye rastladım: "Uygarlık bu demek olsa gerek: Her şeyi birbirine bağlamasını bilmek, hiçbir şeyi unutmamak." (s. 26) Devrimden sonra unutulacak, ıskartaya çıkacak çok şey olduğu için anlatıcının yaşamını tümden değiştirmesi gerekiyor, bu yüzden kendisini "azgelişmiş" olarak görmesi anlamlı. Kaygıları farklı olsa da benim de -naçizane- bir cümlem vardı, medeniyetimizin kronolojik düzenden seyreden hikâyelerden oluştuğuna, bu durumda barbar olduğuma dair. Bağ bir kez koptuktan sonra şeyleri bir arada tutabilmek neredeyse imkansız hale geliyor. İlk olarak ailesi dağılıyor anlatıcının, eşi Laura'dan ayrılıyor. Laura düz bir kadın, dümdüz. Anlatıcının mobilya dükkanı varken mutlulardı; her yıl Avrupa'ya ve ABD'ye gidiyorlardı, istediklerini alıyorlardı, yaşamları müthişti ama kamulaştırma sonucunda anlatıcının elinde bir şey kalmadı, bağlanan sabit gelir de yaşam standardını korumasına yetmedi, yazmaktan başka yapabileceği pek bir şey yok. İkilemde kaldı; yazmak da kısıldığı kapandan kurtarmadı onu. Özgür yalnızlığında kendisini pek acınacak gibi görüp yazmak istemezken bir süre sonra mevzu tamamen yazmaya dönüyor. "Yapabileceğimiz tek şey, yaşadığımız yaşamı ya da aslında sürdürdüğümüz yalanı kağıda dökmek." (s. 12) Toplum değişme çabasında, en yakın arkadaşlar yazdıklarıyla köşeleri tutma telaşında, insanlar anlatıcının acısını anlayamayacak kadar dumura uğramış durumdalar. Yazdıklarına tarih atmanın pek bir anlam ifade etmediğini söylüyor anlatıcı, bu karmaşanın içinde bütün günler birbirine benziyor. Boğucu, tekdüze. Nesnelere odaklanıyor anlatıcı, nesnelerin gerçekliğine güveniyor. Laura'nın geride bıraktığı eşyalar tarihin var olduğunun önemli bir kanıtı ama günler geçtikçe onların da bir nevi kamulaştığına şahit oluyoruz, anlatıcı birlikte olduğu bir kadına hediye ediyor elbiseleri, eşyaları yavaş yavaş dağıtmaya başlıyor, böylece bir şeyler hissedebildiğini düşünüyor. Kendisi ne kadar incelikli olsa da etrafındakiler pek öyle değil. "Duygularımız bile azgelişmiş: Burada sevinç de, acı da ilkel ve kabadır." (s. 20) Toplumla kurulan en yakın temas, aslında devrimin yıkıcı olduğu kadar yapıcı yönleri de var, birkaç tane. Biri, sermayeyi elinde tutan hödüklerin de "anasını bellemesi". İşin kişisel boyutu. Anlatıcı, tanıdığı öküzlerin çektikleri acıya bakıp keyifleniyor, kendi acısını unutarak. "Sınıfımın olanca bayağılığı mideme tıkılmış gibi bir duyguya kapılırım." (s. 27) İçindeki boşluktan kaçmak da istemiyor zaten, yıkıntıyı sürdürmek ve yeni bir şey oluşturana kadar ne olacağına bakmak istiyor. Değişimin kaydını tutması bu sebepten doğan bir itkinin sonucu.

Kişisel ve toplumsal sorgulamanın yanında tarih boyunca ulusların yapıp ettikleri de bir noktada işe dahil oluyor, olmak zorunda olduğu için. Amerikalıların Ruslar gibi olduğu bir zamanı düşünüyor anlatıcı, kendi zamanından yüz yıl öncesini. Avrupalılar Amerikalıları aşağılar bir zaman, ABD yabanların yaşadığı bir ülke. Henry James'in Daisy Miller'ında incelenen mesele. Anlatıcı, ABD'nin kendi kültürünü dayatacak hale gelmesine üstü kapalı bir hayranlık duyuyor. Hemingway'in evinin olduğu bölümlerde bunu derinden derine hissederiz. Hemingway Kübalılara böcek gözüyle bakmıştır, Küba'nın cennetliği sadece doğasından kaynaklanır, insanından değil. İçi saman dolu hayvanlar, Hemingway'in o sıralarda yaşayan ve rehberlik yapan uşağının söyledikleri, eve dair her şey anlatıcıya bir paryadan fazlası olmadığını hissettirir. Tipik bir sömürge anlayışı Küba'nın belasıdır, bundan kurtulma yollarından biri devrimse ve devrimden sonraki hamlelerse bunların yan etkilerine katlanılabilir. Katlanılabilir mi? Anlatıcı da bir zaman sömürgeci mantığıyla yaşadığı için zor. Birlikte olduğu bir iki kadına bakışı, kadınların yoksulluklarının alttan alta itici bir etki yarattığının sezilmesi anlatıcının iki uç arasında gidip geldiğini gösteriyor. Devrim iyidir ve kötüdür, her şeyin ortasıdır. Bernhard'ın dediklerini hatırlıyorum; sırtlarına geçirecek giysileri olmayan insanların devrimden korkacakları bir şey yoktur, devrim sadece yükünü tutmuş insanların kabusudur. Eh, bir kabusu yaşıyor anlatıcı. Dilini bile kaybediyor ki her şeyini kaybettiği anlamına gelir bu; devrim kendi terminolojisini getiriyor ve sokağın dili birçok yeni terimle doluyor, anlatıcı için yabancılaşmadan başka bir sonuç ortaya çıkarmayan bu durumun içinde yaşamaya çalışmak işkence haline geliyor. "Kafam bir tuzak. Kapana kısıldım." (s. 100)

Adalet, besin kaynakları, sosyal ilişkiler, cinsel ilişkiler, yaşamaya dair hemen her şeyin biçim değiştirdiği bir zamanda kimliğini kollamaya çalışan bir adamın anlatısı. Hoş.

1 yorum: