"Sürgün nedir?
Yaşadığımız yerleri karıştırışımız, her birinde yaşıyor oluşumuz ve sonuçta hiçbirine ait olmayışımız."
Oluyor: Öyle köşelere denk geliyorum ki döndüğüm an Girne Kalesi karşıma neden çıkmıyor? Anlatabiliyor muyum? Bazen bir ağaçta sallanan portakal bulunduğum yeri Lefkoşa yapmıyor, bu da beni delirtiyor. Dünyanın Kıbrıslaşma(ma)sı değil sadece, tersi de geçerli. Her yeri her yer yapmayan nedir? Sınırlar? Coğrafya? Kader? Hafıza? Bugün çok havalıyım, bakınız: Reddediyorum! Ben Zikzak Sokak'ta yaşadım, herkes yaşadı. Yaşamadı mı? Özdeş bir yaşam kurulamaz mı? Uzun bir süre öncesi değil, çok uzak bir yer değil, öyleyse nasıl yaşamadık? Kardeşimizle, özümüzle tekme tokat kavga edecek hale geldiysek duyacağız; acı kendini hatırlatacak. Hatırlattı; Kıbrıs'ın acıları sürgünlükten, zorla çıkılan yolculuklardan. Yaşadık o halde.
Kurmacanın büyüsünden bahsedemeyeceğim de daha farklı bir şeyi, sezdiğim bir şeyi anlatamayacağım sanırım. Zamanda geriye gittikçe her şeydeki sihrin artması, anlatamayacağım şey bu. Koca dünyanın tek bir sokağa indirgenmesi, iki. Algılanan yaşamın bir tık ötesine uzanmanın her şeyi çarpık ve çekici bir gerçekliğe taşıması, üç. Mesela bir evin duvarlarından okunan fal, hep aynıdan yılarcasına doğasının dışına çıkmaya çalışan insan, geçtiği belirsiz zaman... Nicolas Bouvier güzel bir önsöz yazmış, Heredot'la başlamasını manidar buluyorum. Plinius'la beraber bu ikisi kendi dünyalarının kabuğunu söylencelerle kırmış, olmayan coğrafyalarla olmayan canavarlar yaratmışlardır, sonrası kıyamet. İş bir noktada kendinden ne kadar öteye gidebileceğine çıkıyor sanırım, başka türlü nasıl düşlenir? Kendinden uzağa düşme çabası, düşülebildiğince. Gaulis'e bakıyorum; kendi kültürünün çok uzağında, kendi insanlığına çok yakın. Kızılhaç'a katılınca Bangladeş, Kıbrıs ve bir zaman sonra acılarını sağaltmaya çalışırken öleceği Lübnan evi oluyor, bir süreliğine. Başa dönüyorum, buralar birbirinden nasıl ayrılacak? Büyük bir dış etken olmadığınca ayrılamayacak, Zikzak Sokak gibi. Savaş çıkınca, ancak o zaman.
Limasol'un küçücük bir sokağı, dil savaşı çıkmasın diye iki dilde de aynı anlama gelen sözcüklerle adlandırılan bir dünya. "Dünyayı bir incirin içinde ya da ayın gölgesinde aramasını bilmeyen, onu hiçbir zaman bulamaz." (s. 8) Kaplumbağa adımlarıyla göreceğiz önce, yoldan geçen ve geçerken bir kamyonun kaza yapmasına yol açıp iki kişinin ölümünden sorumlu, Erdoğan'ın yerden alıp üzerine "Z" yazdığı. Bu tospik ara ara ortaya çıkacak, her şey hızlanırken o aynı hızla yürüyecek, köşelerden çıkacak. O da şaşırıyordur belki hep aynı yere çıkan sokaklara.
Andreas'ın ağzından dinleyeceğiz, babayla adaş bir çocuk. Baba bir Türk kadınla evlenir ki 1950'lerde cesaret isteyen bir iştir, aileyi karşıya almak bile gerekebilir. Çocuk doğar, anne yedi yıl sonra ölür, baba kadınlara aşıktır ve maceralara sürüklenir. Zikzak Sokak'a çıkan yol bir kaderdir, iki mahallenin birleştiği noktadır ve bir yanında Yunanlar, diğer yanında Türkler oturur. Pension Hellas buradadır, kadınların aşklarını makul bir ücret karşılığı sundukları rüya otel. Eskidir ama büyülüdür, yeterli. Kadınları Andreas'ın hayatını biçimlendirirler, cinsel olarak değil de sosyal anlamda. Bir de oraların kadınlarıdır bunlar; sıcak, içten ve bırakılmış. Sonsuz bir sevgiyle dolular. Andreas bu sevgilerin ortasında, geçen zamanı işitiyor.
Adlandırılmamış bölümlerde sokağın, mahallenin, denizin, tepelerin, köylerin ve insanların hikâyeleri var. Berber Kyrios Kostas'ın kafasına göre çizdirdiği şekillerden baktığı fallar tarihi belirler. Resimlerden okunanlar günceli de biçimler; fırtına yorumlandığı zaman fırtına doğar, gökten yağan balıklardan ziyafet çekilir ve hortumlar adayı vurur, şekiller yorumlandıkları ölçüde gerçektir, gerçeği arar.
Andreas okumaz, para kazanmayı öğrenir. Dilsiz'le takılırken eski eşyaları gömüp daha eski bir halde çıkararak sattıklarında zengin olmanın pek de zor olmadığını anlar. Bitkiler toplarlar, Fransız parfümlerini okuturlar, çeşitli işlerden para kazanırlar. Andreas mevzuyu sever, güzel geçen günlerin sonunda sinemaya gider ve zamanın meşhur artistlerini izler. Gaulis eğlenceli adamdır, komik detaylarla anlatıyı zenginleştirir. Bir gün film makinesi devrilir, artistin ağzı karşı evin penceresine yansır ve camdan bağıra çağıra makineyi düzeltmelerini, civarda uyumaya çalışan insanlar olduğunu haykıran kadına bağırırlar: "Çabuk aşağı atla, seni yutacak!" Ansızın sihir. Başka nasıl anlatılır?
Halk Ozanı'nı da birazcık anlatıp bitireceğim. Bu ozan Türk tarafında çalıp söylemez. Yunanlar zamanı öldürürse Türkler eskitir, böyle düşünür ve öldürülecek zamanın dışındaki hiçbir şeyle ilgilenmez. Türklerin dilini bilmediği, yüreği sömürgeleşmediği için o taraflara gidişinin tek sebebi piyango bileti satmaktır. Andreas'ın babası bir mevzudan hapse girdiğinde tellere vurur, hapishaneyi bayram yerine çevirir ve ziyaretçilerin dışarı atılmasına sebep olur. Bir sürü olay, Halk Ozanı gibi pek çok karakter var ve her birinin birbiriyle etkileşimi başka bir olağanüstülüğü doğuruyor, her karakterin farklı farklı yüzlerini görüyoruz. Rengarenk ama birbiriyle uyumlu ipliklerin örülmesi duygusu.
Savaş günleri ışığın söndüğü günler, sokağın dağıldığı. Kırığına dokunmayacağım, yakından tanınan arkadaşların kavga etmesinin uyandırdığı duyguya benziyor. Bizim sesimiz ama düşük, karşı kıyıdaki kardeşlerin sesleriyle karışık.
Bir yerlerden bulup okuyun, zaten çok ucuz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder