Jahn'ın internette yer alan incelemelerinin bir bölümünün çevirisidir. Çevirmen Bahar Dervişcemaloğlu, önsözünde anlatıbilimin Batı'daki okullarda müfredatın temelini oluşturduğunu, bizdeyse pek sallanmadığını söylüyor. Doğrudur; edebiyat eğitimi bizde -istisnalar hariç- edebiyat tarihçiliği ve tasnifçilik üzerinden yürüyor. Anlatım tekniği öğreneyim, şu kuramın edebi yansımasını göreyim derseniz o iş zor. Şeye benzetiyorum, muhteşem müzisyenler doyumdan uzak müziğe yamanırlar, ev geçindirebilmek için. Arada bir iki albüm çıkartırlar, borç harç. Fusion veya caz, her neyse, bunu da yapmasalar heba olmuş deli yeteneklerden bir mezarlık oluşurdu. İşler böyle yürüyor ne yazık ki.
Jahn, hikâye anlatımının öğelerini adım adım açar, kurmacadaki zamanı, mekanı ve anlatım biçimlerini örnekleriyle açıklar. Açıkladığı gibi birçok metinden örnekler de verir, mesela Holden Caulfield'la Otomatik Portakal'ın Alex'i. Bambaşka insanlar, anlatımlar. Neden? Çünkü edebiyat. Dallanmadan önce anlatının bir noktasında buluşurlar, hikâyeleri kendi ağızlarından dinleriz ama uçlara doğru ilerledikçe çeşitli yönlerden ayrılırlar. Jahn bu ayrışmanın niteliklerini maddeleştiriyor. Aynı şeyi Cem Akaş da yapmıştı, denemelerinden birinde. Saçmanın tipolojisiyle ilgileniyordu sanırım. Çok komikti. İse'de olabilir, olmayabilir.
Giriş bölümü. Jahn bir kitapçıya soktu bizi, kitaplara bakıyoruz. Tayatora, roman, öykü, ne varsa. Hepsinin bir anlatı dünyası var. Biz roman seçiyoruz bir tane, elimize alıyoruz ve Jahn o noktadan sonra bizi yönlendiriyor. Bu bölüm genel bir derleyip toparlama, özet olarak değerlendirilebilir, incelemede yer alan kavramlar ve terimler bu bölümde açıklanır. Örneklendirme kısmı müstakil bölümlerin içinde ayrı ayrı ele alınır. Ses vardır mesela, anlatı sürerken, "Kim konuşuyor?" diye sorarız ve aldığımı cevap bize sesin sahibini, anlatıcıyı verir. Alex'in anlatısını düşünürsek orada kişisel tecrübe anlatısı denen bir nane ortaya çıkıyor. Anlatıcı belli, dinleyen de belli ama tam da belli değil. Barthes'ın "kağıttan bir varlık" sözü alıntılanmış, Alex kağıttan bir anlatıcıysa okur da kağıttan bir okurdur, yani gerçek yaşamdaki halimizi değil, metnin içindeki okurluğumuzu da düşünmemiz gerekir. Bu şuna benziyor, bir metni okumaya başladığımızda oyuna dahil olduğumuzu baştan kabul ediyoruz. Kurmacanın karşısında/içinde kendi personamızla bulunuyoruz ve hikâyeyi bu şekilde izliyoruz.
Homodiegetik ve heterodiegetik anlatılardan ilki bize hikâyedeki karakterlerden birinin anlatıcı olduğunu, diğeri de anlatıcının hikâyede karakter olarak yer almadığını söyler. Temel açıklamalar bunlar, yoksa aralarında sayısız geçiş yaşanabilir, şamatalar yaratılır ve Holst'un Hayaletler nam öyküsünde olduğu gibi mevzunun içinde değilmiş gibi yapan anlatıcı, metnin son cümlesinde her şeyin tam ortasında yer aldığını, belirli bir şey olduğunu söyleyebilir. Tolstoy, Dickens, Hardy gibi yazarların metinlerinde genellikle yetkili yazar anlatı durumu olduğu söyleniyor. Bu adamlar kendi çağlarının panoramasını sunarken sarsılmaz, derin bir sesle anlatılarını kurarlar. İşin içine Hemingway, Woolf, Kafka gibileri girdiğinde, hele hele Oulipo ve Yeni Roman gibi uçarı akımlarda anlatıcı mevzusu iyice karışıyor. Özellikle James ve Hemingway'in pek sevdiği iç odaklanma tekniği üzerinde duruluyor ki "başkasının -figürün- gözleri, okurun bilinci" gibi bir şekilde açıklanabilir. Son olarak serbest dolaylı söylem gelsin. Arada "Tanrıya şükür" olsun, "İyi ki böyle oldu" olsun, pek çok öznel ifadeye rastlarız. Üçüncü şahıs söyler bunu. Üçüncü şahıs bunu kendi mi düşünür, karakterine mi düşündürtür, neydir olay? James Wood, Kurmaca Nasıl İşler?'de bu konunun üzerinde özellikle durup başarılı ve başarısız örneklerini verir, Jahn ise sadece ne olduğunu anlatıp geçer.
İkinci bölümde anlatıbilimin kaynaklarını görürüz. Eh, sanatın kavramlaştırılma çabalarının başladığı Antik Yunan'a kadar yolu var. Platon ve Aristo'nun mimesis-diegesis ayrımından bahsedilir ve kurgusal veya kurgusal olmayan anlatı biçimleri incelenir. Anlatısal bildirişim konusunda metalepsis önemli bir kavramdır, kabaca homodiegetik anlatıcının hikâye içinde olduğunun farkına varmaması esasına dayanır. Stranger Than Fiction gibi filmlerde, pek çok metinde ve dahi tiyatroda düzeyler ihlal edilir, karakterler bir kurmacanın içinde olduklarını anlarlar, kurmacanın içindeki yazarı öldürmeye çalışarak özgürlüklerine kavuşmaya çalışırlar falan, bir dünya curcuna.
Gerisini ortaya karışık yapıyorum. Odaklanma konusu. Çeşitleri var. Birkaç karakterin gözünden bir olayı görürüz, birkaç karakterin gözünden birkaç olayı görürüz, neler neler. Mrs. Dalloway misal. Faulkner ikinci misal. Başlama noktası da önemli bir hal alıyor burada, bir hikâyeyi anlatmaya başlarken nereden başlayacağız? Öncesi, sonrası, ortası? Öncesini biri, ortasını başka biri mi anlatacak? Benim başarısız öykü denemelerimden biri, iki karakterin arasında saniyenin milyonda birlik boşluğunu düşünceleriyle doldurmaya çalışan atomların konuşmalarından oluşuyordu. Kilgore Trout öyküsü gibi, tövbe yarabbi... Portnoy'un Feryadı'nı hatırlıyorum; terapinin başından sonuna akan bir yaşam ve final: Portnoy feryat eder.
Metindeki zaman ve güncel zaman ilişkisi açısından müthiş bir yazarı, Ersan Üldes'i önerip bitiriyorum. Zafiyet Kuramı'nı okuyun.
Bu kitap ne işe yarar, okuduğunuzu çözümlemek için iyidir. Anlatım tekniklerinin anlaşılması için iyidir. Yazmaya niyetliler için iyidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder