Sözü kadın alır, anlatı bu şekilde ilerler. Erkeğin sözü bıraktığı yerde kadın anlatmaya başlar. Babasının bir lanetidir adı, çok güzel bir kız olmazsa adının altında ezilecektir. Ezilir, okulda itilip kakılır ve annesinin şirin ve zeki olduğunu söylemesiyle hayalleri yıkılır. Şirin ve zeki mi? Güzel değilse bunların ne anlamı olabilir ki? Anlamı bulabilmek için edebiyat ve felsefe öğrenir, tabii etrafındaki erkekleri kaçırarak kişiliğini elmas sertliğinde tamamlar. Akıllı ve zehirli.
Kıra çekilir, mütevazı bir yaşamı sürdürmeye çalışır ama içindeki sıkıntı büyür, Yves'in kasabasına gelir ve adamla karşılaşır. Birbirlerini severler, ilk defa karşılaşmamış olmaları da buna etken sanırım. Gemideki hadiseyi Yves hatırlatır, öylesi ilginç bir isme sahip kızı unutmamıştır ve onunla vakit geçirmek ister. Konuşurlar. Balıkçı kendi kendini yetiştirmiş, doğanın en iyi öğrencilerinden biri olmuştur. Doğa bilgisi insan aklından çıkan bilgiyi biçimlendirmiştir, Nadége bu tür bilgiye sahiptir, ikisinin de kökenleri aynıdır ama iletişimsel bir sıkıntıya yol açar bu. Conrad, Hugo ve diğerlerine karşılık balıklar, deniz ve dağlar konuşur. Sadece bu da değil, yine insan eliyle yaratılmış duvarlar belirir. Sınıf farklılıkları, balıkçılarla eşlerini ayıran yıllık yolculuklar, estetik değerlerin farklı alımlanması gibi etkenler aralarındaki mesafeyi açar. Kadının gözünde mitolojik bir zenginliğe sahip olan adam, kadına morina balığı kadar güzel olduğunu söylediği an büyü kaçar. Kendi anlamlarıyla yükledikleri kelimeler onları yakınlaştıracağı yerde aralarındaki mesafeyi artırır.
Kadın bu işe bir son vermek ister, adamın ayağını denizden keser ve Yves kırk üç yaşındayken, gemisi de jilet olmak üzere kızağa çekilmişken toprağa temelli olarak ayak basar.
Facia.
Birbirlerine gösterdikleri tahammül yavaş yavaş tükenmeye başlar, ayrı oldukları zamanlarda duydukları özlem kaybolmaya başladıkça sevgiyi de yok eder. Adamın çıktığı geziler, kadının konuşmalarının yankımanın dışında bir şey taşımaması, pek çok sebepten yıpranırlar. Şilili bir heykeltıraşın sahilde yaptığı kadın ve erkek figürleri, sonlarını imgesel bir şekilde yansıtır. Diğer tüm heykellerin gerçeklikten uzak oluşlarının sebebi ölmemeleridir, oysa bu heykeller suyla bütünleştikçe ölürler. Aralarına sessizlik dolar ve yavaş yavaş silinirler. Yaşamın dokunaklı kırılganlığını yüceltmek, heykeltıraşın amacı buydu, belki de sessizliği yontmak. Heykelleri değil, heykelleri yıkanı biçimlemek.
İlişkiler gündeliğe yenilmemeye bakıyor biraz; hikâye anlatımı ve gün içinde yaşanan olağandan biraz uzak şeylerin paylaşımı sevginin eskiyebilirliğini ortadan kaldırabilir ama benzer dilleri konuşmak şartıyla. "Bir erkekle ilişkim, ondan ayrı geçen bir gecenin ardından kendisine kavuştuğumda ona yaptıklarımı anlatmak ve onun bensiz geçen dakikalarında neler yaptığını dinlemek istemediğim akşam bitmiştir." (s. 23) Nakavt. Diyalog, erkeklerin neden birçok kadınla birlikte olmak istedikleri ve aynı şekilde kadınların neden kendini yenileyen bir anlatıcı bulamadıklarında gittikleri üzerinden yürür. Kadın, erkeğin hikâyelerini numaralama fikrinden bahseder, böylece ezbere bilinen hikâyeler tekrar tekrar anlatılmayacaktır. Yves'in kendini yenileyemediği, sahip olduğu dünya görüşünün hep yeni denizlerden beslenmesine rağmen doğanın durgunluğundan -bu da bir güzellik ama tek başına yeterli değil- kurtulamadığı göz önüne alınırsa Nadége'nin gitmek istemesi anlaşılabilir. Yves de kendince haklıdır, yaşanan tekrarların ustalık sonucu ortaya çıktıklarını düşünür. Sonuçta uyumsuz olduklarına karar verirler ve ayrılmaya niyetlenirler. Tüm dostlarını son bir yemek için toplarlar.
Masallar anlatıldıkça ölümün ertelenmesi bir kez daha yaşanır, dostların hikâyeleri ve hikâyelerin salona taşıdığı onca insan/karakter ayrılığı bir kez daha düşünmelerine yol açar. "'Gerçekte bizde eksik olan, birlikte oturacağımız, sözcüklerden yapılmış bir evdi.'" (s. 30) Sözcükler onları bağlar, bir arada tutar. Geri kalanı bir dünya hikâye; mitik, fantastik ve son derece doğal. Kadınla adamı otuzuncu sayfada bırakırız, geriye kalanı öykülerde buluruz.
Ermişler bayramı mantarları: Pavese bu öyküyü okusaydı çok severdi.
Rio de Janeiro'da polo maçı olan hali vakti yerinde bir adam, atlarını karısıyla birlikte önden gönderir ve grev sebebiyle uçağının uzunca bir süre rötar yapacağını öğrenir. Kendine birkaç günlük boş zaman kalınca köyüne, çocukluğunun önemli bir kısmının geçtiği yere gider. Hava tam güz mantarı havasıdır, eskiden olduğu gibi güz mantarı toplamak için dolanmaya başlar, anılar birer birer aklına düşerken otuz beş yıldır görmediği en iyi arkadaşı Ernst'in evine gider. Ernst hemen hiç değişmemiştir ama polocu çok değişmiştir, bunun ayrımına köydeki insanların yaşamları hakkında bilgi edinirken varır. Zaman akmıştır ve onu bir yabana çevirmiştir, doğduğu evi satın almaya kalktığında belediye başkanı onu bir yabancı gibi karşılar ve evin asla satılmayacağını söyleyerek adamı yollar. Özgürlük onca yıldan sonra tekrar gelmişse de bildik biçiminde değildir artık, doğa yağmalanmaya açık bir haldedir, ur gibi yayılan yapılaşmanın didik didik ettiği toprak aynı çocukluğu fısıldamaz. Yaşamın kendisi köyün ve çocukluğun sihirli dünyasından birkaç mantara indirgenmiştir. Karısıyla bir araya geldiklerinde elinde mantarlar vardır, şimdinin yetişkininde bir çocuk.
Havai Fişekler ya da anma töreni: Müthiş bir intikam. Anlatıcı edebiyat fakültesi öğrencisi, çalıştığı gazete için haber yapmak amacıyla havai fişek fabrikasının sosyoekonomik olarak biçimlendirdiği bir kente gider. Fabrikayı ziyareti sırasında müdür kaza olasılığının az olduğundan bahseder, intihar etmek istemeyen hiç kimse fabrikayı havaya uçurmayacaktır. İki işçi dikkat çekicidir, biri sessiz sakin bir adam, diğeri de sabıkalı ve haliyle suç işlemeye meyilli, ebleh bir genç. Genç, adamı babasının yerine koyarak sever, aralarında öylesine sıkı bir ilişki vardır.
Genç ve adam, diğer çalışanlarla birlikte havaya uçacaktır. Karmaşanın orta yerinde kalan gazeteci için haber havadan düşmüştür, araştırmaya başlar ve adamın, gencin ve gencin annesinin dahil olduğu bir geçmişi açığa çıkarır. Oldboy'dakine benzer bir intikam hikâyesi.
Théobald ya da mükemmel cinayet de nefis bir katakulli öyküsü.
Blandine ya da babanın ziyareti: Kız on iki yaşlarında ama yalnız yaşayan, bekarlığın baskısı altında ezilen fotoğrafçının düşünememesine yol açacak ölçüde güzel. Lolita sendromu diyeceğim, öyle bir tutukluk. Kız ve arkadaşı adamın evine gelirler, adam kızın fotoğraflarını çeker. Çektiği en iyi fotoğraflar olduğunu düşünür. Tutkusu giderek artar, günler büyük bir sancıyla geçerken bir gün kız, babasının görüşmek istediğini söyler. Garip bir durum, fotoğrafçı işkillenir ve yarı savunma durumunda adamı kabul eder. Adam işçidir, ekonomik gücü çok azdır ve taşınmak zorunda olduklarını söyler. Konuşurlarken fotoğrafçının evini gözden geçirir, üç katlı bir evde bir katı kendilerine makul bir fiyattan kiralayıp kiralayamayacağını fotoğrafçıya sorar. Kabul edilecek bir teklif değil, yalnız yaşamaya ihtiyaç duyan adam ret cevabı verir. Babanın yüzü düşer ve son kozunu oynar: "'Evet, çok yazık. Eğer bir yer bulamazsak, pekâlâ buradan ayrılmamız gerekecek değil mi? Ve Blandine, o da gidecek tabii!'" (s. 88)
Vurucu son iyi, babanın böyle kaç kişiyi tuzağa düşürdüğünü merak ediyor insan.
Hayalet otomobil: Ayna ve gerçeklik üzerinedir. Vampir-arabadan bahsediyor anlatıcı. Her şey yerinde olsa da arabanın yolun karşısında olması yanlış bir yansıdır. Özneye göre yanlış. Gözleri aynaya indirgiyorum; bakılanlar yansıma, zihin gerçeği üreten. Arabanın yerindeliği her zaman soru işareti olarak kalacak. Sonsuz bir zamanda araba yolun karşısında belirebilir, fizik bunu söyler. Sonsuz bir zamanda insan istediği her şeye inanabilir, her şeyi görebilir. Bunu psikoloji söyler. Her bilim dalının bir lafı vardır, hepsi hayatı biçimler hatta felsefe bir tık daha iyi biçimler bana kalırsa ama yaşamın dolaysızlığı, doğrudanlığı biçimlemeden bağımsız olarak nasıl yaşanır? Belki farkına vararak ama o da bir dolaydır. Eeh, araba karşıda işte.
Bir de mitik öykü alayım, bitireyim. Müneccim Kral Faust nam öykü, İsa'nın gelişini müjdeleyen üç kraldan birinin müjdeleyici olma sürecini kurgulayan müthiş bir öykü. Evet, bu kadar.
Kadın-erkek ilişkilerinden bir sandık dolusu öyküye. Çok memnun oldum şahsen, Tournier'yle tanışmak zevk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder